3 Mart 2008 00:00

BAYKUŞ


Aile içi şiddetin önlenmesi, zarar görenlerin korunması için düzenlenmiş olan AİLENİN KORUNMASINA DAİR KANUN’un uygulanması amacıyla düzenlenen yönetmelik, 1 Mart 2008 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Aynı çatı altında yaşayan tüm aile bireylerini ve ayrı çatı altında yaşasa da eş ve çocuğu şiddetten korumaya yönelik olumlu bir adım olan 4320 sayılı Kanun, 1998 yılından beri yürürlüktedir. Kanunlarda uygulamaya dair yönetmeliğin de 6 ay içinde hazırlanacağı belirtilmekle birlikte bu kanun için yönetmeliğin hazırlanması 10 yıl sürmüştür. Benzeri durumlarla sıkça karşılaşıyoruz. Bu alanda koruyucu önlemlerin nasıl oluşturulacağı, şiddetin açık tanımı; söz konusu yasanın uygulanabilmesi için önem taşımaktaydı. Şiddeti meşru gören bir değerler bütünü içinde yaşama alışkanlıklarımız, şiddetin tanımının açıkça yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Fiziksel, dolayısıyla görünür şiddetin dahi “bir tokat” ölçüsünde hafife alınabildiği durumda, sözel ya da psikolojik şiddetin algılanabilirliğine dair ciddi kaygılar taşımaktayım.
Yazılı toplumsal sözleşmelerin bir anda sorunları çözebileceğini düşünmüyorum. Sorunun farkında olmak, sorun olduğunu bilerek çözme iradesi gösterebilmek gerekiyor öncelikle. Şiddetin sözel ve psikolojik alt başlıklarının tanımlanmış olmasının, üzerinde düşünmeye yönlendirebileceği ve zaman içinde meşruiyetini sarsabileceği umudumu tazeliyor en azından yazıya dökülmüş olması.
Toplum içinde şiddeti meşrulaştırmaktan kaçınabilmek pek kolay görünmüyor. Gündelik pratiklere bakıldığında, her fırsatta ve her renkten insanlar olarak, militarist marşlara geçiveriyor olmamız bunun en naif örneklerinden biri. Günther Grass’ın Teneke Trampet’inde bir kahvede, sokağın ortasında güneşin alabildiğine huzurlu bir ortam içine yerleştirdiği küçücük çocukların birden marş söylemeye başlaması ile suratıma tokat yemiş gibi hissetmemi anımsatıyor bana her tanıklığım. Çocuklara neyi temsil ederse etsin, üniforma giydirebiliyorsak, kanlarından bayrak yapmalarını alkışlayabiliyorsak, şiddet içerme olasılığı bulunan bir durumda en önde yürütebiliyorsak, bu çocukların şiddet algısını yakın gelecekte değiştirebilmemiz çok kolay olmayacaktır.
Çocukları öne sürmenin de, o çocuklara hamburger ısmarlarken gazetelere haber yapmanın da çocuk istismarı olduğunu ve çocukların geleceğini sınırlayacağını, dolayısıyla her koşulda şiddeti haklı çıkaracağını görmek zorundayız. Çocuklarımızı toplumsal ilişkilere yerleştirme alışkanlıklarımız, geleceğimizi tanımlamaktadır. Anne ile babanın arasındaki ilişkileri düzenleme aracı olarak görülen çocuğun istismara uğraması ile toplumsal ilişkileri düzenleme aracı olarak kullanılan çocuğun istismarı arasında uzun erimdeki etkileri açısından bir fark bulunmamaktadır. Ailenin Korunmasına Dair Kanun ve uygulama yönetmeliğindeki tanıma göre, bu istismarı engellemeye yönelik tedbir kararlarına gereksinim vardır.
Farklı kimlik özellikleri nedeniyle ayrımcılığa, şiddete karşı korumasız kalan insanların şiddeti daha kapsamlı algılamaları, duyarlı olmaları beklenirken, çoğu zaman şiddet kurbanı olmanın yarattığı olumsuz etkilerle şiddeti hak ettikleri duygusu üzerinden yaşananları meşrulaştırabilirler. Şiddetin bir kısırdöngü içinde yeniden üretilmesine yol açan ve şiddet uygulayıcısı ile kurbanı birbirine dönüştürerek resmi bulanıklaştıran, çözümü zora sokan koşulları, hem aile içi şiddette, hem de toplumsal şiddete gözleyebiliriz. Bu toz duman içinde Bülent Ersoy’un peş peşe yaptığı açıklamalar ile sonrasında ortaya çıkan toplumsal desteğin çok değerli ve bu toplumun şiddet algısına ilişkin onarıcı nitelikte olduğunu düşünmemek elde değil... Zoru başarmak adına, umut verici bir satır arasıdır.
Şebnem Korur Fincancı

Evrensel'i Takip Et