20 Mart 2008 00:00
MERCEK
Militan milliyetçi ve dinci geleneğin hükümet olmuş temsilcileri, söylem ve eylemlerini Laikliğe karşı girişim kapsamında değerlendiren Başsavcılık iddiasına ve kapatma istemli dava açılmasına karşı, demokrasi teyakkuzu ilanıyla bar bar bağırıyorlar.
Militan milliyetçi ve dinci geleneğin hükümet olmuş temsilcileri, söylem ve eylemlerini Laikliğe karşı girişim kapsamında değerlendiren Başsavcılık iddiasına ve kapatma istemli dava açılmasına karşı, demokrasi teyakkuzu ilanıyla bar bar bağırıyorlar. Yalnızca bağırmıyor, hakaret ediyor, aşağılıyor, suçluyor, meydan okuyorlar. Başka zaman ve kendileri dışındakilere, yasama, yürütme ve yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığı üzerine ders verip, herkesin hukuk karşısında eşit ve hukuka uymakla sorumlu olduğunu haykırıp, itaat isteyenler, şimdi, temsilcisi oldukları sermaye kesimleri arasındaki güç dalaşı kapsamında gündeme getirilmiş bir soruşturma istemi karşısında, kin ve garezle kendi burjuva hukukunu reddini örgütlemeye çalışıyorlar. Suçlayıp saldırı hedefine getirdikleri ve meydan okumayla hakkından geleceklerine dair tehdit savurdukları sadece Savcı A. Yalçınkaya, sadece en üst yargı organları da değil!
Hayli militan ve saldırgan bir üslupla, kendilerini millet iradesinin temsilcileri ve demokrasi savunucuları göstererek, kimi üst düzey asker ve çeşitli sivil bürokratların da içinde yer aldığı kontra örgütlenmesi olan Ergenekon Çetesinin laik cephe ile irtibatlı bir karşı hamlesiyle yüz yüze olduklarını söyleyerek, halk kitlelerinin desteğini almak istiyorlar. Yürüttükleri ve ABD Dışişleri Bakanlığıyla AB ülkeleri yönetici ve sözcülerinin desteğine de sahip propagandaya bakılırsa, bu karşı hamle, AKP ve hükümetinin ülkede istikrarı sağlama ve demokrasiyi tesis etme amaç ve çabalarına karşı, bir tür sivil darbe niteliğindedir. AKP yönetici ve sözcülerinin, karşı kutuptakilere karşı kullandıkları diğer imha edici silah, yüzde 46.5 oy desteğine sahip bir iktidar partisine dava açmanın millet iradesine saldırı olduğudur. Erdoğan ve kadrosu, partileri halk kurar, halk kapatır söylemiyle kürsü ve meydanlardan tafra atmaktadır.
En iyi savunu saldırıdır mantığına sahip bu anlayışın tutarsızlığı, başkalarına karşı bir silah olarak kullanmaktan kaçınmadıkları kendi hukuklarına meydan okumayla değil; başsavcılık tarafından kapatılma istemiyle yüksek mahkemeye havale edilen DTPnin -ve daha önce başka partiler- durumu karşısındaki, destekçi pervasızlıkla da sabittir! Bu tutum ve politika, yüzde 46.5in yüzde 5-6ya matematiksel büyüklüğünden kalkarak millet iradesinin bir bölümünü haklanabilir ve etkisizleştirilebilir, öteki kesimini dokunulamaz görmektedir. Sadece bu da değil; Erdoğan, başında bulunduğu AKP Hükümetinin uluslararası sermaye ve işbirlikçi gericiliğin istemleri doğrultusunda sürdürdüğü saldırılara direnen Türkiye işçi ve emekçilerini, zalim olmakla, zulüm yapmakla suçlarken, aklına ne demokrasi, ne halkın demokratik talep ve hakları gelmiştir. Sadece bu da değil; Erdoğanın Siirt ve öteki Doğu kentlerinde, kürsüden tehditler savurup sözüm ona demokrasi savunuculuğuna soyunduğu saatlerde, dışarıda işten atıldıkları ve hakları ellerinden alınarak açlıkla yüz yüze bırakılan işçiler, taleplerini dile getirdikleri için hükümete bağlı polisin saldırılarına hedef olmaktaydılar.
Parti kapatmalar, kuşkusuz, siyasal partileri burjuva parlamenter sistemin olmazsa olmazları arasında sayan burjuva hukukunun ve sözüm ona burjuva parlamenter demokrasinin hem kofluğunu göstermektedir hem de ihlalini! Ama, Erdoğan ve AKP-ABD-AB normlarında demokrasi ve özgürlük arayışındaki liberal kundakçılar da örneğin işçi ve emekçilerin partisine karşı bir kapatmaya böylesine cansiperane direnmeyeceklerini, dahası ondan yana fetva keseceklerini inkar edemeyeceklerdir. Onların, partileri halkın kurup kapattığı söyleminin gerçekle ilgisi yoktur. Bunların partilerini ve öteki kurumlarını halk kurmamıştır ve halkın kurup yöneteceği parti ve devlete bunların hiçbirinin tahammül göstermeyeceği de gerçektir. Halk kitlelerini, talep, duygu ve inançlarını istismar ederek aldatıp yedekleme ötesinde politika dışı tutan, özellikle de emekçilerin kendileri için politika yapmalarını zor ve hileyle engellemekte sakınca görmeyenlerin bu demagojisi ikiyüzlülükten ibarettir. Milletin iradesi üzerinden çıkar ve iktidar çatışması sürdüren sermaye güçlerinin bu iradenin üzerine bin türlü entrikayla oturdukları bir gerçektir. Ülkeyi, kaynaklarını ve halkın çıkar ve haklarını emperyalist büyük güçlere ve uluslararası sermayeye peşkeş çekenlerin -ki onların hükümet ve partisiyle sınırlı olmayıp, işbirlikçi gericiliğin tüm diğer kesimlerini de kapsadığı biliniyor- millet iradesiyle, demokrasiyle, özgürlük savunusuyla, hak eşitliği ve hakların eşit kullanımıyla olumlu bir bağları kurulamaz. ABDnin bölgemiz halklarına kan ve ölüm getiren politikalarıyla birleşmede, bu politikaların payandası olarak hareket etmede, anlayış birliği içinde olduklarını her gün görmek mümkündür. Kürtlerin kaderlerine imha ve inkarla hakim olma politikasını sürdürmede, aralarında ciddi bir fark olmadığı görülmüştür. Ancak, aynı sınıfın hizmetinde olmalarına rağmen, çıkar ve güç çatışmasının iktidar sahipleri arasında da ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bunu, Türkiye pratiğinde de bu güçlerin denebilir ki tüm önemli toplumsal sorunlara yaklaşımında (başlıca Kürt sorunu, burjuva laisizmi-demokrasi konularında) çok açık olarak görüyoruz. Genelkurmay ve üst generaller statükoyu savunmak için darbeler ve kuvvete dayalı müdahalelerle politikayı yönlendirmekten vazgeçmezlerken, aralarında darbecilerin destekçisi parti ve aydınların da bulunduğu diğerleri de, hak-hukuk ihlalinden ancak kendi çıkarlarına dokunulduğunda şikayetçi olmaktadırlar. Generallerin darbelerle, muhtıralı müdahalelerle ikide bir ilga ettikleri, hükümetlerin sermaye çıkarları için ve kendi konumlarını güçlendirmek üzere ihtiyaç duydukları burjuva hukuku çerçevesindeki tartışmalar da aynı nedenle ne inandırıcıdır ne de hak kullanımına denk düşmektedir.
Türkiye işçi ve emekçileri, evet burjuva siyasal arenada sözün -biçimsel de olsa- siyasal partiler aracıyla söylenmesinin askeri zor yöntemleri ve antidemokratik müdahalelerle engellenmesini desteklememelidirler. Ancak, bu, onların bir kısmının -örneğin AKP gibi sivil olanlarının ya da rütbeli- silahlı kesimlerin desteklenmesi, onlardan birine yedeklenme; tümü de şoven gerici, emperyalizm yanlısı ve sermaye bekçisi bu parti, güç ve kurumlardan birine yedeklenmek, ona güç vermek çünkü, yalnızca son tahlilde değil, somut güncel durumda da kendi gövdesine balta sallamak olacaktır. İşçi sınıfı ve emekçiler, iktidar güçlerinin tüm kanat ve kesimleriyle, tüm sermaye partileri ve askeri-sivil bürokratik öteki kurumların burjuva iktidarının araç ve güçleri olduklarını bilerek, bu kesimler arasındaki güç dalaşı ve iktidar kavgalarının aleti olmamaya özen gösterdiklerinde, kendi çıkarlarını savunma yönünde adım atabilirler. Aradaki mağdur olmama ancak bu durumda mümkündür.
A. Cihan Soylu