24 Mart 2008 00:00
KENTTEN GELEN
En son Gençlik, Kültür ve Sanat Festivalinin yapıldığı mayıs ayının ortalarında Tarsusa geldim.
En son Gençlik, Kültür ve Sanat Festivalinin yapıldığı mayıs ayının ortalarında Tarsusa geldim. Açılış, yeni kurulan fakültenin bahçesinde.,, Arkadaşlar dekanla tanıştırdılar. Daha merhaba der demez, ilk sözü; Felsefe okulları olan, beş bin yıllık yazılı tarihi olan Tarsusu nasıl bu hale getirdiniz? oldu.
Lise yıllarında arkadaşlarla hep aynı şeyi konuşurduk; okul bir bitsin, bir üniversiteye girelim, neresi olursa olsun hayat büyük şehirde, özgürlük orada... Zaman çok yavaş geçiyordu, gidecektik ve bir daha hiç arkamıza bakmayacaktık. Bir daha Tarsusa çok gerekmedikçe hiç gelmeyecektik.
O zamanlar dünyanın aslında çok küçük olduğunu anlayamıyor, özgürlüğün bizim beynimizde, bizim yüreğimizde olduğunu algılayamıyor ve insanın büyüdüğü şehrin onun yaşamında ne ifade ettiğini bilmiyorduk
Asırlık çam ağaçlarının olduğu kocaman bir park vardı. Ortasındaki havuz yaz kış dolu olurdu. Ve tabii aileye mahsus yazan bir tabela vardı. Yarısını kapsayan aileye mahsus bölüm daha bir bakımlıydı. Havuzun ortasında bir sal; konserler için ve de yeşil başlı ördekler. İki ana cadde vardı Tarsusta. Biri yeşil yol, turunç ağaçları olan; diğeri de Atatürk Caddesi. Sonraki yaşamınızda fark ediyorsunuz. Öyle güzel kokan bir cadde hiçbir yerde yok. Gerçekten kültürel amaçla kullanılan halkevi ve kütüphane... Altmışlı yıllarda kurulan, gençlere tiyatroyu sevdiren altmış kişilik tiyatro salonu, Alain Delonun şimdi isimlerini hatırlayamadığım filmleri; Zapata, Marlon Brandonun oynadığı ulusal direnişi anlatan kanlı ada, Natalie Woodun Lanetli Kadın filmi. Altı sinema vardı. Ama aradığımız her kitabı bulamazdık, Adanadan ya da Mersinden alırdık.
Tarsus, yetmişli yıllarda fabrikaların olduğu bir şehirdi. Büyük toprak sahipleri vardı. Pamuk ve narenciye ekonomisinde önemliydi.
Kendisini Tarsusun gerçek sahibi gören, çocuklarını üniversitede hatta yurtdışında okutan, evlerinde köyden şehre getirilmiş yardımcı kızları olan, alışveriş yapmak için İstanbula giden ailelerle, bunların çevrelerinde yaşayıp, onlarla ufak tefek ekonomik ve sosyal teması olan orta sınıfa mensup aileler... Bir de Nato Yolunun orada yaşayanlar vardı ki, çocuk-genç dünyamı karmakarışık ediyordu. Nato Yolunun üst tarafı ya da Musalla Mahallesi ötekiydi; onlar pisti, 9-10 çocuk doğuruyorlardı. Burada yaşıyorlar, üstelik Türkçeyi doğru dürüst konuşamıyorlardı. Onların Fransız işgalinde evlerinde, sedirlerinin altında Fransa bayrakları vardı. Babalar erkek çocuklarına baba nasihati Onlardan uzak dur derken, anneler kızlarına Baban duyarsa öldürür diyebiliyorlardı.
İşte tam da bu sırada düşünüyordum. Ben de öteki mahallede yaşayan bir fellah olabilirdim. Hangimiz nerede doğacağımıza, anne babamızın kim olacağına, hangi dilde konuşacağımıza, karar veriyorduk?.. Bu haksızlıktı.
Bir üstgeçidi bile olmayan Nato Yolunda, öteki mahallede haftada en az bir trafik kazası olur, çocuklar ölürdü. Her ölüm bir ağıttı fellah kültüründe. Ağıdı duyan Tarsusluların birçoğunun dilinden Ne olacak canım, hepsinde 9-10 çocuk var; ha bir eksik ha bir fazla sözleri acımasızca dökülüverirdi. Şimdilerde o çocuklar büyüdü ve Tarsusun ekonomik, sosyal ve siyasal yaşamında ötekileşmekten sıyrıldılar. Yaşananlar unutuldu ve birlikte yaşama kültürü benimsendi.
1975 yılında Tarsustan ayrıldım. 2000 yılı başlarında geldiğimde birebir aynı cümlelerin kurulduğu bir şehirle karşılaştım. -Önemli bir de ayrıntı vardı. Şimdi aynı dili yoksullar da kullanıyordu.- Kirli savaşın zorunlu göçe zorladığı Kürtler, Tarsusun yeni ötekisiydi.
İlk felsefe okullarından birinin kurulduğu, farklı kültürlerin ve dinlerin bir arada yaşadığı, binlerce yıllık yazılı tarihi olan bu şehri nasıl bu hale getirdik?
Fazilet Çulha