30 Mart 2008 00:00

ankara mektubu


27 Mayıs 1960 Devrimi ve izleyen 1961 Anayasası, iktidardaki Demokrat Parti’nin özellikle son yıllarında sol üzerinde kurmaya çalıştığı baskıyı bir yana itmiş, yeni anayasa gereği kurulan Sosyalist Parti (Türkiye İşçi Partisi ‘TİP’) on dört milletvekili ile parlamentoya girmişti. Solun o yıllarda verdiği mücadeleyi ve siyasete getirdiği açılımları hep birlikte sevinçle izledik.
O yıllarda, ülkenin pek çok yerinde olduğu gibi Marmara Bölgesi’nde kurulan “Marmara Köy-Der” yoksul ve orta halli köylüyü kooperatifçilik konusunda bilinçlendirip, ürettiği ürünleri tefeciye, aracıya kaptırmaksızın değerlendirmelerini, haklarını birleşip aramak ve kendilerinin bir güç olduğunu öğrenmelerini sağlamak amacını güdüyordu.
O sıralar TRT’de programcı olarak çalışan Nevzat Şenol, “Köy Kahvesi” adı altında bir dizi program yapmaya karar verir ve çevresindekilere bu düşüncesini açar. Zaten Şenol, İznik Gölü’ nün batı yamacında bulunan Yeniköy’de zeytin üreticisi bir aileden gelmedir. İlk programın, “Zeytin Üreticilerinin Sorunları” konusunda yapılması kararlaştırılır ve konuşmacılar arasında Marmara Köy-Der Kurucu Üyesi Fevzi Kavuk’un bulunması kararlaştırılır. Fevzi Kavuk, İznik Gölü’nün doğu yakasındaki Müşküle köyündendir ve doğma büyüme zeytincidir.
Ben ilk kez Fevzi Kavuk’u ve köy kahvesini dolduran Müşkülelileri televizyonda görüp tanıdım. Hepsi de üreticinin sıkıntılarını, kooperatifleşmenin, birlikte, tefeciyle, madrabazlarla ve onların destekçisi ve ortağı yerel güç odakları hakkında öyle candan ve etkili savunmalar yapıyorlardı ki, Nevzat Şenol bu heyecana güçlükle engel olabiliyordu. Ne de olsa Nevzat Şenol, emekten yana bir halk adamıydı ve bu programın yürütücüsüydü.
Bu durum elbette “ilgililerin” dikkatinden kaçmamıştı. Programa ilk büyük tepki, zamanın başbakanı Süleyman Demirel’den geldi. TRT’den, “köy kahvesi”ne katılanların listesini ve konuşma metinlerini istetti ve bizzat bu konuyla ilgilendi. İslamköylü Çoban Sülü’nün, köy ve köylü sorunlarına “ilgisi” böyle işte!..

Köy kahvesinden TİP’e
Böylece Fevzi Kavuk siyasete adım atmış oluyordu; önce Marmara Köy-Der başkanlığına seçildi, ardından da Türkiye İşçi Partisi Merkez Yürütme Kurulu üyeliğine. Köy delikanlısı Fevzi Kavuk’un bilinçlenme sürecinde, Nâzım Hikmet ile uzun süre Bursa Cezaevi’nde kalmış olan köylüsü İsmail Başaran’ın büyük etkisi olmuştu. Ben bu yazımda bu süreci ve emek mücadelesinde, özellikle 12 Mart-12 Eylül faşist darbeleri arasındaki parti faaliyetleri konusunda uzun uzun durmayacağım; zira bütün bunları yakında yayımlanacak olan bir yazımda anlatacağım ve değerli yazarımız Hasan Öztürk’ün ‘Biyografik Romanı’ndan* yararlanarak okurlarla paylaşacağım.
Fevzi Kavuk ile tanışmam
Fevzi ile ilk karşılaşmam 1976 yılı sonlarında Gemlik’in Umurbey köyüne yerleşmem ile oldu. Aslında o beni yazılarımdan, ben onu eylemlerinden biliyorduk; böyle olunca birbirimizin çekim alanına girmememiz olanaksızdı. Müşküle köyünün göl kıyısındaki çınarlı kahvesinde buluştuk. Fevzi; ince, uzun boylu, yüz hatları düzgün, bakışları yumuşak, kulakları biraz büyücek, toprak adamlarında pek rastlanmayan zarafette bir âdemoğlu idi. Bu haliyle ve her zaman giydiği gri takım elbisesi beyaz gömleği, çamursuz ayakkabısı ile görünce, katlandığı onca acıyı ve hatta işkenceyi bu zayıf, güler yüzlü adam mı çekmiş diye düşünmemek olanaksızdı. Konuşması düzgün ve anlamlıydı; okumaya düşkündü, zaten böyle olmasa sosyalizme nasıl ulaşabilir ve emek savaşımına katılabilirdi?
Seksenli yıllarda olmalı. O sıralarda Bursa’da Evrensel Kültür Merkezi’nde, genç arkadaşlarla birlikte Kapital semineri yapıyorduk. Her hafta merkezde toplanıp Karl Marx’ın Kapital’de geliştirdiği kavram ve terimleri anlamaya çalışıyor, becerebildiğimiz kadar tartışıyorduk. Bu buluşmaları her zaman yaptığım gibi küçük teybe kaydetmeyi de ihmal etmiyordum.
Bir hafta sonu biraz değişiklik olsun diye Evrensel Kültür Merkezimize dostum Fevzi Kavuk ile gitmeye karar verdim; Fevzi de her zamanki alçak gönüllülüğü ile önerimi kabul etti. Amacım, Fevzi’nin sosyalist mücadelede kazandığı deneyimlerini gençlerle paylaşması idi.
Bazen ben sordum Fevzi’ye, çoğu zaman da genç katılımcılar sordu ve teybe aldığım bu toplantı, bilincimiz biraz tazelenerek, biraz bilenerek sanırım iki saate yakın sürdü.
Ben burada Fevzi’nin anlattıkları üzerinde durmayacağım; zaten Fevzi, iyisiyle kötüsüyle bir şeyi anlatırken öyle konuşuyordu ki, sanki olağan şeylerden söz ediyor gibiydi; sesinde kin, garez, öfkeden çok insan sevgisi ve merhamet izleri vardı. İşte bir örnek: “Aradan bir hafta kadar geçmişti ki yine okundu Fevzi’nin adı, yine giydirdiler ‘dayak geçirmez’ yeleği sırtına arkadaşları. Geçen sefer o yelek olmasaydı, belki de birkaç kemiği kırılırdı Fevzi’nin... Onu yukarıya götüren görevlinin dünya umurunda değildi; ıslıkla ‘Minareden at beni, in aşağı tut beni’ türküsünü çığırıyordu. Bu adamların işlerine nasıl alıştıkları, nasıl böyle duyarsız olabildiklerini düşündü Fevzi. ‘Şaşılacak şey’ diye geçirdi içinden. İnsan olanın, herhangi bir canlıya yapamayacağı eziyetleri öylesine rahatlıkla yapıyorlardı ki burada, akıl alır gibi değildi. Sorguya alınanlardan çıkan sesler uzaktan dinleyenleri bile çıldırtabilirdi. Görevli Fevzi’yi gözlerini bağlayıp sorguculara teslim etti. ...İşkencede feryat eden hemcinsinin sesine aldırmadan kahkaha atabiliyordu kadın. Konuşmalardan bu şubede görevli bir kadın olduğunu anladı Fevzi. Nasıl olabilirdi? Biraz ötesinde bir hemcinsinin iç paralayan feryatları gelirken kadın böylesine nasıl davranabilirdi? Fevzi buraya geleliden beri insana yakışmayacak öyle çok olaya tanık olmuştu ki. ...” (sayfa 209, 210)
Nâzım’ın çınarı
Bir akşam vakti gün anaya kavuşurken Fevzi ve arkadaşları çoğu kez yaptıkları gibi göl kıyısındaki ulu çınarın altında toplanmışlar, kah karşı kıyıda sıralanmış tepeciklerin günün son huzmelerinin çizdiği mor, zeytuni, hünnabi renk cümbüşünü seyrediyorlar, kah göle dalıp çıkan balıkçıların oyununa dalıp gidiyorlardı.
Akşamın alacalı hüznü çökmüştü yüreklerine. Birden İsmail Ağa’nın sigara dumanıyla tarazlanmış sesi bozdu bu sessizliği:
Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani.
-öyle gibi de görünüyor-
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani...
Bu şiiri yeniden duymak dokunmuştu onlara. Büyük şairin yadellerde ölüp orada gömülmesini bir türlü içlerine sindiremiyorlardı. “Sosyalist İşçi Partisi iktidara gelebilir mi İsmail Ağa” diye sordu içlerinden biri. Başaran’ın inançlı bir sesle, “Elbette” yanıtını vermesi üzerine, “O zaman çınarı şimdiden dikmek gerekecek” dedi Fevzi hevesle.
Öyle de yaptılar; fidanı dikip yeşerttiler ama... Sonra ne mi oldu? Eğer çok merak ediyorsanız sonrasını Hasan Öztürk’ün adını andığım kitabını okuyup öğrenebilirsiniz. Benden bu kadar.
* ÇINARLI KÖYÜN MUHTARI, Biyografik Roman, Yazan: Hasan Öztürk, Sarı Defter Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 2007, 280 sayfa.
Alaattin Bilgi

Evrensel'i Takip Et