06 Nisan 2008 00:00

MERCEK

AKP yönetimi ve hükümet sözcülerinin, “laikliğe karşı faaliyetlerin odağı olma” iddiasıyla açılmış “kapatma davası”na karşı propagandada öne çıkardıkları saldırı noktalarından biri de, bu davanın “ekonomik istikrar üzerinde kötü etkide bulunacağı”dır! Diğer önemli iddiaları “millet iradesine müdahele” şeklindeydi

Paylaş

AKP yönetimi ve hükümet sözcülerinin, “laikliğe karşı faaliyetlerin odağı olma” iddiasıyla açılmış “kapatma davası”na karşı propagandada öne çıkardıkları saldırı noktalarından biri de, bu davanın “ekonomik istikrar üzerinde kötü etkide bulunacağı”dır! Diğer önemli iddiaları “millet iradesine müdahele” şeklindeydi.
Hükümetlerin kitlelerle ilişkilerde, kitlelere yönelik propagandada, onları kendi etrafında toplayacak ve kendilerine muhalif cepheyi zayıflatacak tutumlara kazanılması en önemli hedeflerin başında gelir. AKP ve hükümeti de bu bilinçle davranıyor ve gerçeklerin saptırılıp emekçilerin aldatılması bakımından tarihe isim bırakmış en gerici burjuva ve emperyalist hükümet ve çevreleri anımsatır taktiklerle halkın karşısına çıkıyor. O’nun üzerine en fazla oynadığı alanların başında denebilir ki ekonomi geliyor. Ekonomi çünkü, sermaye-emek; burjuvazi-işçi sınıfı; egemenler ve emekçiler arasındaki ilişkilerin temelinde yatıyor. Ekonomik alandaki gelişmeler insanların yaşamının her alanını doğrudan etkiliyor, ilgilendiriyor, yönlendiriyor!
AKP ve hükümetinin ekonominin “istikrarlı gidişatı” propagandası da, aleyhine açılmış bir davadan hareketle “bu davanın ekonomik istikrarı bozacağı” söylemi de esas olarak riyakarlık-gerçek dışılık temelinde yükseliyor. “İstikrar” üzerine söylenenler ve öyle olduğuna kanıt gösterilen gelişmeler, işbirlikçi büyük burjuvazi ve uluslararası sermayenin çıkarlarına verilen öncelik açısından sınırlı bir doğruluk içermekle birlikte, doğrudan iktisadi alandan kaynaklanan çok yönlü sorunlar nedeniyle gerçek dışı idi ve öyle olmaya bugün çok daha adaydır. AKP sözcüleriyle onun hükümetine “yağdanlık” ederek büyük vurgunlar vuranların “dillerine doladıkları” yüzde 5-6 civarındaki yıllık büyüme; özelleştirme ve tekeller yararına düzenlemelerden ve yüzde 18 gibi dünyanın hiçbir yerinde olmayan faiz getirisinden yararlanmak üzere yılda 45-50 milyar dolar dış sermayenin ülkeye girişi ve “yerli” dolar milyarderlerinin sayısının 35’e çıkması gibi “olgular”, bu çevreler açısından “istikrar unsuru” sayılabilir. Erdoğan ve “taifesi”nin “500 milyar dolarlık 1.lig takımı olduk” söylemi ise, bu sermaye giriş çıkışları, “dış sermaye”nin devlet tahvilleri ve hazine bonolarına yatırımları, uluslararası büyük tekellerin Türkiye acentelerinin ekonomik faaliyetleri hesaba katılarak “bulunmuş”/uydurulmuş bir rakamdan ibarettir. Türkiye’nin bu hükümet döneminde dış borçlarının yüzde 100 artarak 469 milyar dolara yükseldiği; yılda ortalama 52 milyar dolar borç faizi ödendiği, yaratılan “katma değer”in 100 milyar dolardan fazlasının dışarıya aktığı; borsaların yüzde 40’nın “yabancı şirketler”in elinde olduğu dikkate alındığında, hükümet söyleminin yalan bombardımanından ibaret kaldığı daha iyi görülür. Halk kitleleri açısından ise, işsizlik, yoksulluk, açlık, sosyal haklardan yoksunluk, hiçbir sorumluluğu olmadan borç ve faiz ödemelerinin altına konma, çok somut, çok hisedilir ve günden güne ağırlaşan iktisadi-sosyal gerçekliktir. Çalışabilir nüfusunun yüzde 12’sinin işsiz olduğu; 13.5 milyon kişinin yoksulluk sınırlarında yaşadığı; 4.5 milyon kişinin 435 ytl’lik asgari ücretle çalıştığı; eğitimli genç nüfusunun yüzde 27’sinin işsiz kaldığı; her beş çocuktan birinin yoksulluk nedeniyle çalışmak zorunda kaldığı bir ülkenin “ekonomik istikrarı”ndan söz etmek halk kitlelerini alaya almaktan daha fazla bir şeydir. Bugün “Ekonomik istikrarın bozulması”ndan değil, olsa olsa ekonomik istikrarsızlık ve bozulmanın daha da ağırlaşmasından söz edilebilir. Bunun en önemli etkeni ve nedeni elbette Türkiye’nin uluslararası sermaye ve emperyalist güçlere bağımlılığıdır. Bağımlılık ilişkisi, kapitalist emperyalist sistemde ve sistemin önemli ekonomik gücünü oluşturan ülkelerdeki gelişmelerin ülke ekonomisi-ve onunla birlikte sosyal-politik ve diğer- üzerinde etkili olmasını sağlamaktadır. ABD’den başlayan ve giderek uluslararası boyut kazanan “konut kredileri krizi”nin etkileri henüz Türkiye ekonomisine tam olarak yansımamakla birlikte, ilk sarsıntılar gelmeye başlamıştır. ABD Merkez Bankası (FED)’in buna karşı “önlem” olarak faiz düşürmesi ve ilgili bankaları kurtarmak üzere önce 150 milyar dolar kaynak aktarması, sonra bu yöndeki uygulamayı genişletmesine karşın, Banka sorumlusu Ben Bernanke’nin tehlikenin devam ettiğine işaret ederek “resesyon ihtimali”nden söz etmesi ve İMF yetkililerinin ABD’deki durumu “büyük bir finansal kriz” olarak nitelemesi, bu yönlü gelişmelerin süreceğini göstermektedir. Aynı kaynaklı olarak Alman Banka yöneticileri başta olmak üzere büyük sermaye sözcüleri, hükümeti önlem almaya ve daha fazla yardım etmeye çağırmaktadırlar. Bir süre öncesine kadar “kriz bizi etkilemez” açıklamaları yapan Deutsche Bank yetkililerinin birkaç gün önce 2.5 milyar Euro zarar ettiklerini açıklamaları ve yine iki önemli bölgesel bankanın milyarlarca Euro zararı, “mali kriz” bağlantılı sayarak yardım talebinde bulunmaları, iki en önemli emperyalist ülkedeki gelişmelerin yönüne işaret etmesi bakımından çarpıcıdır. Bu gelişmelerin sözü edildiği üzere 1929 büyük bunalımına benzer bir duruma doğru genişleyip genişlememesi üzerine kesin bir şey bugünden söylenemez ise de, Türkiye gibi bağımlı ülkelerin ekonomisini daha ciddi biçimde etkileyeceği tereddütsüzce söylenebilir. Büyük finansal ve teknolojik güce sahip emperyalist ülkelerin ekonomilerini “kriz” tartışmalarına yol açacak şekilde etkileyen gelişmelerin, Türkiye’nin yukarıda işaret edilen iktisadi problemleriyle birleşerek daha derin sarsıntılara yol açması ve halkın üzerindeki yükün daha da ağırlaşmasına yol açması büyük ihtimaldir. AKP’nin ekonomik gerçekleri gizleyen propagandasının bu gelişmeler karşısında hiçbir önemi olmayacaktır. O, her ne kadar, emrindeki TÜİK memurlarına rakam oyunları oynatarak, istatistik hileleriyle işsizleri, açları, yoksulları da “kişi başına 9000 dolar gelir sahibi” yapma pervasızlığıyla aldatmayı sürdürmeye çalışsa da, gerçeğin tokadını yemeye adaydır!
Bu durumu sermayenin çeşitli çevreleri de görmeye, ve buna karşı kendi konumlarını nasıl “sağlama alacaklarını” düşünmeye/planlamaya başlamışlardır. Hakim sınıf kesimleri içindeki “hırlaşma”ların nedenlerinden biri de budur.
Ancak iktisadi sorunların ağırlığı en başta ve en çok işçi sınıfını, kent ve kır emekçilerini ve ezilip sömürülen öteki toplumsal kesimlerin önündeki en büyük problemdir. Hükümet(ve partisi)nin uluslararası sermayenin ve işbirlikçi gericiliğin çıkarlarına uygun politikadaki ısrarı, emekçilerin mücadeleyi daha kararlı biçimde sürdürmelerini, ağırlaşacak saldırıların altında “ezilmemek” için sosyal sigortalar ve genel sağlık sigortası, özelleştirmeler vb saldırılara karşı işyerleri ve alanlarda sürdürdükleri mücadelenin kapsamını genişletmeleri gerekiyor. AKP eninde sonunda yıkılacak, ama en uygun olanı onun işçi sınıfı ve tüm ezilenlerin büyük şamarını yiyerek yıkılmasıdır.
A. Cihan Soylu
ÖNCEKİ HABER

Çobanlardan Aysun Kayacı’ya suç duyurusu

SONRAKİ HABER

YSK, halkoylaması genelgesini yayınladı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa