08 Nisan 2008 00:00

Kendi kendimizi eğittik

Bu yıl 10’uncusu düzenlenen Adana Sabancı Uluslararası Tiyatro Festivali nedeniyle Adana’ya gelen dünyaca ünlü hareket tiyatrosu öncülerinden Odin Tiyatrosu Yönetmeni Eugenio Barba, “Ode To Progress” isimli oyununu sahneledi.

Paylaş

Bu yıl 10’uncusu düzenlenen Adana Sabancı Uluslararası Tiyatro Festivali nedeniyle Adana’ya gelen dünyaca ünlü hareket tiyatrosu öncülerinden Odin Tiyatrosu Yönetmeni Eugenio Barba, “Ode To Progress” isimli oyununu sahneledi. “The Drama Review”, “Performance Research”, “New Theatre Quarterly” ve “Teatro e Storia” gibi akademik dergilerde yayın kurulunda görev yapan Barba ile tiyatrosu ve tiyatro anlayışı üzerine görüştük.

Biraz kendinizden bahseder misiniz?
Ben İtalya’da doğdum. Daha sonra 1954’te Norveç’te bir fabrikada işçi olarak çalıştım. Bu süreçte çok önemli bir göçmen bürosuyla ilişkiler kurdum. Orda ilk dikkat ettiğim şey, ortak bir dil olmamasıydı. İnsanlar birbirleriyle başka yollarla anlaşıyorlardı. Bütün bu durum, insanların başka kültürel değerlerden gelmesi nedeniyle birbirlerini yanlış anlamalarına neden oluyordu. Yanlış anlama kültürel bir şeydir. Bütün evrimlerde insanların gelenekleri yanlış anlayarak gerçekleşir. Bu da benim tiyatromun neden burada yoğunlaştığını gösteriyor. Benim düşüncemde iletişimin sınırı yoktur. Yabancı olarak sadece şuna bakıyorum: Kabul görüyor muyum, yoksa görmüyor muyum? İnsanlar bana bir şeyler söyleyebilirler ama benim için önemli olan bunu bana nasıl söyledikleridir. Benim için önemli olan bir şey söylerken seslerinin tonu, yönelimleri, konuşmaları, yakından mı, uzaktan mı konuştuklarıdır. Bütün bu fiziksel reaksiyonlar benim için önemli olan noktadır. Bu da benim tiyatro ile iletişim ilişkimi oluşturuyor. Oyuncular kafalarındaki farklı yerlerde seyirci ile iletişim kurarlar.

Tiyatronuzun kurulma hikayesi nedir ve tarzınız nasıl oluştu?
Benim tiyatroya başlamam, kendimi aktör gibi hissediyorum ya da değişik yönlerim var diye olmadı. Ama benim için önemli olan kendi farklılığımı korumam olmalıydı. Düşüncem farklıydı ve bunu korumalıydım. Böylece sanatçı olursam bu farkı korumam şart olacaktı. Kimse bir oyuncu veya şairin herkes gibi davranmasını bekleyemez. Benim için tiyatro önemli olan bu farklılığın ortaya çıkması ve bunun kabul görmesiydi. Odin Tiyatrosu’nu izlediğiniz zaman birkaç farklılık var bunu görürsünüz. Bunun en önemlisi bu grup 44 yıldır birlikte çalışıyor. En genci ile 20 yıldır birlikte çalışıyorum. Üretim için yakın ilişkiler çok önemli.
Biz bu tiyatroyu ilk olarak, tiyatro eğitimini reddeden tiyatrocular olarak bir araya gelerek kurduk. O zaman böyle bir şey yapılmamıştı. Alternatif tiyatro kültürü diye bir şey yoktu. Genellikle reklama ve ticari olaylara dayalı tiyatrolar vardı. Bunun yanında vakıf ve devlet destekli tiyatrolar ve avangard tiyatrolar da vardı.
Biz amatör bir tiyatro olarak başladık. Kendimizi yetiştirerek başladık. Bu grubun çalışacağı bir alan da yoktu. Bilindiği üzere tiyatro demek, bir bina, bir yer demek. Biz gündüzleri hayatımızı idame ettirebilmek için fabrikalarda çalışırken bir taraftan da okulların salonlarında tiyatro yapıyorduk. Kendi kendimizi eğittik.
Danimarka’da turneye gittiğimizde bir kasaba keşfettik. Çok kalabalık olmayan, Norveç’in koruması altında 18 bin kişilik bir kasaba. Onlar bir teklifle bize geldiler. Bu kasabada kalarak tiyatro yapmamızı istediler. Bu kasabanın hiç tiyatro geleneği yoktu. Çok dindarlardı ve bizimle aynı dili konuşmuyorlardı. Bu bizim onlarla farklı yönlerde iletişim kurmamızı sağladı. Bu bizim için bir yöntem oldu kendiliğinden. Tiyatroda çok fazla söz kullanmadan bir hikaye anlatabilir misiniz? Ama yine de bir yol var. Odin Tiyatro bu şekilde doğdu ve hâlâ bu şekilde de biliniyor.

Türkiye’deki tiyatro geleneği hakkında bilginiz nedir?
Benim tanımam kitaplar üzerindendir. Kitaplar da, insanların birbirini yanlış anlayabilmesi için en güzel kaynaktır. Bu yanlış anlaşılma kaynağında ne diyorlarsa onu yapmamaya çalışıyorum.
Türkiye’deki tiyatro geleneğinden Karagöz hakkında birkaç kitap okudum. Popüler tiyatro hakkında biraz bilgim var. Yaşayan parçalarım ise Algan ve Erol Keskin’dir.

Oyunlarınızı izleyen seyircilerden beklentiniz ne oluyor?
Ben oyundan çıktıktan sonra seyircilerin sesiz kalmaları, düşünmeleri beni sevindiriyor. Eğer bir sessizlik görürsem bu iş olmuş diyorum.

Bir hikaye aktarmadan önce neleri gözetiyorsunuz?
Bazen sadece merak oluyor. Mesela bir mitolojik öykü. ‘Bizim sosyal halimizden çok mu başka, yoksa başka bir şey mi?’ Bunu merak ettiğim için bakarım öyküye. Yine 20. yüzyılda bir devrim mitolojisi var. Bir sürü insan düşünceleri yüzünden ölüyor. 2000’den sonra yeni bir mitoloji var. Ben de bunu merak ettiğim için bunlara giriyorum. Sonunda ne olacağını bilmiyorum. Benim bu meraklarımı gidermemde tiyatro bana yardım ediyor. Sosyal alandaki meraklarımı tiyatro ile yaşıyorum. Nerden kaynaklanıp kaynaklanmadığını araştırarak buluyorum.

20. yüzyıldaki devrim mitolojisinden bahsettiniz. Biraz açar mısınız?
Son devrim de öldü. Böylece burada bu mitolojik öykü şimdi seyahat etmeye başladı. Kendine bir toprak buldu ve burada yeniden kahramanlar yaratıyor. Bütün kahramanlarını da orda yaşatıyor.

Tiyatroya başladığınız dönemde Grotowski ile çalışmalarınız olmuştu. Şimdi Grotowski ile Barba arasında ne gibi farklar ve benzerlikler var?
Grotowski benim için çok önemli bir deneyim oldu. İki yıl boyunca onu izledim. Grotowski’nin tiyatroda düşüncesini nasıl seyirci ile birleştirip ortaya çıkardığını izledim. Çok şey öğrendim ondan. Başlarda Grotowski’nin yaptığını çok tekrarladım. Çünkü o zaman gördüğüm tek o vardı. Ama biliyordum o modelin aynısı olunmaz. Tabii ki sonrasında kendi farkımın farkına varıp bu şekilde yoluma devam ettim. Şimdi aramızda benzetme ararsak, aslında ne kadar yaşıtım da olsa büyükbabamla ben gibi ayrıyız Grotowski’yle. (Adana/EVRENSEL)
Erman Koçak/Şahin Kelleci
ÖNCEKİ HABER

Albert Camus ‘okumak’ ve sahnelemek

SONRAKİ HABER

taBeLâ yazılar

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa