8 Nisan 2008 00:00

ALBATROS


Pazar günü, Samsun’daydım. Samsun Sosyalist Gençlik Derneği’nin düzenlediği, “68’in Kırkıncı Yılında Denizlerden, Mahirlerden, İbrahimlerden Günümüze Devrimci Hareketin Durumu ve Yönü” başlıklı bir Panelde konuşmacı idim. Diğer konuşmacı ise, Atılım gazetesi yazarlarından Alp Altınörs’tü.
68’den günümüze 40 yıl geçmiş ama bana sanki dün gibi geliyor. Toplantının Petrol-İş salonunda olacağı ilan edilmişti ama son anda salonun verilmeyeceği bildirildi.
Neyse ki DİSK üyesi Emekli-Sen’in başkanı Mustafa Bilge imdada yetişti. Emekli Sen’in mütevazı salonunu dolduran, aralarında 68’li yıllardan, 78’lerden eski arkadaşlarımın da bulunduğu, çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu bir dinleyici kitlesi önünde konuştuk.
Birçok yer gibi, Samsun’da da bu yılki Newroz, engellenmeye çalışıldı, bir sürü gözaltı yaşandı, gençlerin evleri basıldı.
Ve Kürt kökenli olanlardan çok Karadenizli olanlar hakaretlere uğradı.
“Haydi onlar Kürt, sizin ne işiniz var onların arasında?” denilerek.
Ve her zaman polisle derin işbirliğinde olan YÖK komiserliği altındaki üniversitelerin yöneticileri umarım bu gençler için ekstra sorunlar yaratmazlar.
Anadolu üniversitelerinin hali bir perişanlık.
Ya dinci ya milliyetçilerin hegemonyası altında.
Farklı düşündü mü de her türlü baskı ve aşağılama ile yüz yüze kalıyorsun.
Acaba kim ayrımcılık yapıyor?
Kürtlerle birlikte Newroz’a katılan ve halkların kardeşliği sloganını yükselten sosyalist gençler mi?
Yoksa, Kürtlerin arasında ne işiniz var diyip, Karadenizli gençleri “vatan hainliği” ile suçlayanlar mı?
Kürtseniz “Bölücü ve Potansiyel Terörist” siniz.
Sosyalistseniz, “Vatan Haini!”
Gel de Nâzım Hikmet’in şiirini hatırlama şimdi.
“Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan,Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığınızdan, ben vatan hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla : Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.[Cumhuriyet gazetesi, Nâzım’ın resmini basıp, “Tükürün Yüzüne” diye manşet atmıştı.]
***
Velhasıl, Anadolu’da sosyalist olmak kolay iş değil. 12 Eylül militarist rejimi sosyalistleri bir kanser uru kabul ederek, Anadolu’daki sosyalistleri kazıdı.
[Hala unutmadım, kitlesel olarak tutuklanan Fatsalıların, fındık fabrikasında, jilet gibi kesici olan fındık kabuğu kırıkları üzerinde nasıl çıplak ayak yürümeye zorlandığını.]
Şimdi ise Paşalar, “dincilik arttı” diye şikayet ediyor.
[Milliyetçilikten bir şikayetleri yok!]
Kusura bakmayın ama, bunu siz istediniz.
Bu durum sizin eseriniz.
Bugün şoven miliyetçiliğin kalesi yapılmak istenen Karadeniz , 70’li yıllarda sosyalizmin kalesi idi.
Ve bunun kökleri 20’lere, 60’lara kadar uzanıyordu.
Ama Karadeniz aynı zamanda derin devletin de asla vazgeçmek istemediği bir mevzi idi.
Bunun için Mustafa Suphilerin Karadeniz’de boğulması da bir tesadüf değil, Mahirlerin, Cihanların, Ömerlerin Kızıldere’de toplu olarak katledilmesi de.
Osmanlı mantığı olan, “yılanın başını küçükken ezeceksin” mantığı, İttihat Terakki cuntası ve daha sonra Kemalist Cumhuriyet tarafından da devam ettirildi. Bunun içindir ki, CHP yönetimi kendi anti demokratikliğini sıkı bir biçimde eleştiren büyük Türk yazarı Sabahattin Ali’yi 1949 yolunda, derin devlete infaz ettirdi.
Ensesinden kurşun sıktırarak.
Bu olayın ardında 12 Mart rejiminin başbakanı olacak Nihat Erim’in olduğu söylenir.
Gereğinden fazla demokratik bulunan 61 Anayasasını şalla örten zat-ı muhterem.
Çiçeği burnunda bir akademisyendi Nihat Erim. Bilgili, ana dili gibi yabancı dil bilen biri.
Hemen sistemin parlak genç çocuklarından biri olmuştu.
12 Mart’ın balyoz harekatlarını, toplu aydın tevkifatlarını onun başbakanlığı altında yaşadık.
“Aydın, akademisyen, çağdaş ve de sapına kadar laik” bir başbakanımız vardı işte!
Nihat Erim, hiyerarşi de hızla tırmanırken, başka bir genç, çok dilli bir akademisyen daha vardı:
Uzun mesafe koşucusu Mehmet Ali Aybar.
Erim, İsmet Paşanın harika çocuğu olurken, Aybar, “Zincirli Hürriyet”i çıkarıyordu.
Ve hapsediliyordu elbette.
İsmet Paşa, Ankara’da da Berkes’lerin, Boratav’ların, Behice Boran’ların, Muzaffer Şerif’lerin kellesini alıyordu.
Faşistler onları linç etmeye çalışıyordu Üniversite koridorlarında, Adliye koridorlarında.
[Ergenokon militanlarının Dink, Şafak, Pamuk davalarında yaptığı gibi. Tarih bu kadar mı tekerrürden ibaret olur?].
Bir akademisyen olan Erim’in bu meslektaşları için kılı bile kıpırdamadı.
Yine eski akademisyen bir yayın yönetmeninin, yanındakilere öğütlediği gibi, erkin bir parçası olarak, “hayatın tadını çıkardı”, bilmem kaç yılının mahsülü olan Chardone türü şarabını yorumlayarak.
Erim de aydın, Aybar ve diğerleri de aydın.
Erim devlete biat etti, ötekiler emekçilere, eşitliğe, hürriyet ve demokrasiye.
Peki, Nihat Erim bu hoyrat devlete yarandı mı?
Asla!
Tuvalet kağıdı gibi kullanılıp atıldı.
12 Eylül cuntasının iktidar yürüyüşünün kurbanlarından biri oldu.
Darbeden kısa süre önce, faşistlerce kaçırılıp kalleşçe boğulan genç gazeteci arkadaşımız Recai Ünal’ın cesedini teşhis etmeğe gittiğimizde, yandaki mermer masada Nihat Erim’in çıplak bedeninin yattığını farkettik.
Mermer morg masasında herkes eşitti.
Nihat Erim’in bilimini yaptığı hukukun önünde eşitlik, bu ülkede bir türlü hayata geçmese bile.
Ragıp Zarakolu

Evrensel'i Takip Et