10 Nisan 2008 00:00
ÖZGÜRLÜKLER
Türk Ceza Yasasının 301. maddesinin değiştirilmesi yeniden gündemde.Geçen hafta Adalet Bakanının 301. maddeden açılan davaların sayısı ile ilgili açıklamalarından öğrenmiştik:
Türk Ceza Yasasının 301. maddesinin değiştirilmesi yeniden gündemde.
Geçen hafta Adalet Bakanının 301. maddeden açılan davaların sayısı ile ilgili açıklamalarından öğrenmiştik: Bir yıl üç aylık sürede neredeyse 2000 kişi hakkında dava açılmış. Sadece 301. maddeden açılan dava sayıları bu sayılar, dikkatinizi çekerim. Kim bilir kaç bin kişi üzerinde soruşturma ve yargı baskısı var. Sırf devlet gibi düşünmedi diye kuruluyor bu baskılar.
Değişiklikle, Türklük sözcüğünün Türk Milleti olarak değiştirileceği, dava açılabilmesinin Cumhurbaşkanının iznine bağlı tutulacağı, cezanın üst sınırının üç yıldan iki yıla indirileceği ve suçun yurtdışında işlenmesi durumunda cezanın arttırılacağına dair hükmün kaldırılacağı bildiriliyor.
Öğrendiğimiz bir şey var: Sonuç olarak, yürütme organı düşünce suçunu kabul ediyor. Özü itibariyle düşüncenin cezalandırılmasına karşı çıkmıyor. Üç yıldır yöneltilen eleştirilere zoraki olarak bu tür değişiklikle yanıt veriyor. İnsan haklarını ve demokrasiyi şimdi ve eksikli olarak hatırlıyor.
Demek ki, damdan düşmek bir mağduriyet yaşamak anlamına geliyor ve fakat otomatik olarak, demokrat olmaya yetmiyor.
Türk Ceza Yasasında ve başka yasalarda pek çok maddede de düşünce yasakları var. Onların kapsamlı değişikliği ya da kaldırılmasından söz edilmiyor.
Düşüncenin cezalandırılması pratiğinden vazgeçilmeyecek. Anlıyoruz.
Cezalandırma pratiğinden vazgeçilmemesinin nedeni sadece hükümetin tutumundan kaynaklanmıyor.
Böyle durumlarda, yargı gücünün iradesine, zihni ve kültürel dokusuna bakmak gerekiyor.
Ne yazık ki, bu konuda yargı hiç de güven vermiyor.
Hep yargı bağımsızlığı sorunundan söz ediliyor. Evet, bağımsızlık sorunu var yargının. Ama başka temel bir sorun daha var ve bu en az bağımsızlık sorunu kadar ve günümüz pratiğine baktığımızda ondan daha öne çıkan bir sorundur:
Tarafsızlık konusu!
Yargı kendisini taraf olarak gördüğü sürece, Türkiyede hukukun üstünlüğünün geçerli olmasından söz edilemez.
Konumuz bakımından söyleyecek olursak, düşünce özgürlüğü (ifade özgürlüğü) koruma altına alınmış sayılamaz. Yargı insan haklarını koruma zihniyetinde, kültüründe olacak ki, insan haklarının hukuksal ve yargısal korumasından söz edebilelim.
Oysa yargıya dair gözlemlerden çıkan sonuçlar içaçıcı değil: Yargı, insanın haklarını ve özgürlüklerini değil, devleti ve onun kurumlarını ya da manevi şahsiyetini korumayı temel görevi olarak görüyor. Veya laikliğin koruyucusu olarak görüyor. Tesev için yapılan araştırmada görüldüğü gibi devlet söz konusu olduğunda, hukuk-mukuk dinlemeyeceğini söylüyor. İnsan haklarını devlet için tehdit olarak görebiliyor.
Türkiye yargısından yansıyan bu tür algılar, temel ilkelerde bir sapmaya işaret eder. Avrupa Konseyinin 1949 tarihli Statüsünün 3. maddesinde yazılı olan hukukun üstünlüğü ilkesinin uygulanması yoluyla insan hakları ve temel özgürlüklerin garanti edilmesi anlayışına aykırılık teşkil eder. Bu herhangi bir aykırılık değil, temel bir aykırılıktır. İnsanın haklarını ve özgürlüklerini değil devleti korumayı temel alan yaklaşımın, hukukun üstünlüğü ilkesi ile hukuk devleti nitelikleri ile ilişkisi kurulamaz. Demek ki, ikinci olarak yasa uygulayıcılarının, yargının tutumu önem taşımaktadır.
Ceza hukukunun Kanunsuz suç ve ceza olmaz evrensel ilkesini bir tarafa bırakıp, eski Türk Ceza Kanununun 163. maddesinin kaldırılmasından sonra aynı suçlar!? için, ne yapalım 163. Madde kaldırıldı, biz de 312. maddeyi uyguluyoruz diyen zihniyet değişmemişse, bu defa 301. madde değil, başka maddeler uygulanacaktır.
Doğal ki, 301liklerin şimdilik ve şimdiki Cumhurbaşkanının koruması altına alınması, Türkiyedeki ifade özgürlüğü sorununu çözmeyecektir.
Hüsnü Öndül