12 Nisan 2008 00:00

Doğu’nun notacısı

Annesinin dilini bir an önce unutmalıydı. Okuyup güzel bir Türkçe öğrenmeliydi. Geçmişe dair hiçbir şey sormamalıydı.

Paylaş

Annesinin dilini bir an önce unutmalıydı. Okuyup güzel bir Türkçe öğrenmeliydi. Geçmişe dair hiçbir şey sormamalıydı. Başkaları nerelisin diye sorduklarında; nereli olduğunu saklayıp, Elazığ’lıyım, Erzincan’lıyım demeliydi. Ancak böyle “diğerleri gibi” olunabiliyordu. Dünyaya gözlerini açtığından beri, kulağına fısıldanan öğütler böyleydi. Ve bu öğütleri tuttuğu sürece hayatını kurtarabilir, belki bir öğretmen belki de devlet kapısında bir memur olabilirdi. O ise geçmişe bir mum yakıp, bütün bu öğütleri unuttu. Abisine yapılan işkenceyi, abisinden sonra ablasını almaya gelmelerini, annesinin buna direnişini, oradan oraya göç etmek zorunda kalmalarını, yaktığı mumun ışığında bilincinde aydınlattı. Ve artık iş, bu aydınlık bilinci, tarihsel olarak temellendirmek, gitarın perdeleriyle, bağlamanın telleriyle, klarnetin nefesiyle bir haberci misali taşımaktı. Mikâil Aslan, ‘ne çok güzel’ bir Türkçe öğrendi, ne “diğerleri gibi” oldu, ne devlet kapısında bir memur ne de bir öğretmen olabildi. O, kendi aydınlık bilinciyle yine kendi içine yaptığı yolculuklardan öğrendiklerini, muazzam müzik yeteneğiyle insanlara taşıdı. Kalan Müzik’ten çıkan dördüncü albümüne “Zernkut” (Simya) adını veren Mikail Aslan, daha önceki çalışmalarında olduğu gibi bu albümde de tarih ve tasavvufla yoğrulmuş, bir kısmını kendi yazdığı, diğer kısmı geleneksel Dersim, Koçgiri ve Erivan yörelerinden derlenen halk şarkılarını seslendiriyor. Albümde “bonus track” olarak yer alan, söz ve müziği Mikail Aslan tarafından yazılan ve Ilda Simonian tarafından seslendirilen Ak Libaslı Güvercin adlı ağıtı Hrant Dink anısına yazmış olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Mikail Aslan’la yeni albümünü ve projelerini konuştuk.

Müziğe nasıl başladınız?
Geleneğimizde var. Saz çalıyorduk zaten. Rahmetli babamın dervişane bir tarafı vardı. O müzikten daha başka etkileniyordu. Pir Sultan Abdal’ın şiirlerini besteleyip söylüyordu. Babam rehberine, mürşidine çok saygılıydı. O değerlerle yetişmiş bir insandı. Kim bağlama çalarsa mızrabını tanıyordu. Duyduğu zaman mesela bu Musa’nın (Eroğlu), bu Arif Sağ’ın mızrabıdır diyordu. Korkunç bir bağlama sevgisi vardı. Tabii onun ötesinde de çocukluğumuzun üzerinde Yerevan Radyosu’nun da çok büyük bir etkisi var. Dedelerimizden dolayı Yerevan radyosuyla büyüdük. O dile çok yakınlık duyuyorduk. Onları bizim bir Klamlarımız gibi dinliyorduk. Küçükken dinlediğim klamlardan hiç kopmadım. Yıllar sonra Avrupa’ya gittiğimde de o albümlerin, söyleyenlerin isimlerini buldum. 2000 yılında da Yerivan’a gittim. Yaşayanların hepsini ziyaret ettim. Yani o seslerin peşine düştüm. Ermenistan’a kadar gittim...Egide Cimo’yla tanıştım. Evinde kaldım. Duduklarını neylerini kim yapıyorsa o üstatlara gittim tanıştım.
Müzikal anlamda bir yakınlık kurdun mu?
Onların din adamları da pirdir, mürşittir, rehberdir. Onlarda da cem, cemaat vardır. Onlarında sazda itikat yolu sürme vardır. Orada çalınan klamları sanki Dersim’den gitmiş birisi çalıyordu.

Almanya’ya gittiğinde albüm yapma fikri var mıydı?
Almanya’da ilk işim gitarı alıp konservatuara gitmek oldu. Müzikle uğraşmak istiyordum. Ciddi ciddi müziğe kafa yormaya başladım. Kendi dilimde solo albüm yapacağım diye bir düşünce vardı. İlk albüm Agereyis’i (Dönüş) oluşturdum. Almanya’da geçinmek için çok cüzi bir para veriyorlardı. O parayla ben bu albümü yaptım. Kimseden destek almadım. İlk albümüm tezgahın altından üstüne çıkmıyordu. Bir yerde saz kursu veriyordum. Gelenlerin hepsi Dersim kökenliydi. Albümü götürüp onlara verdiğimde almak istemiyorlardı. ‘Bir albümün hepsi Zazaca olur mu’ diyorlardı. Bende olur diyordum. Benim albümü neden tezgaha koymuyorsunuz diye sorduğumda ‘satılmıyor kardeşim’ yanıtını veriyorlardı. Böyle dönemler de yaşadım. Dışlanıyordum, ama bu durum beni hiç etkilemedi. Doğru bir yolda olduğumu biliyordum. Ailem bile müzikal gidişatıma tepki gösteriyordu. Mesela Alevi müziği çok revaçtaydı. Niye deyişler okumadığımı soruyorlardı.

Dersim halkının müzikle bu kadar ilgili ve yetenekli olmasının nedeni nedir sizce?
Geçenlerde okuduğum bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Yazar Sufi İnayat Khan’ın “Müzik” isimli kitabından çok etkilendim. Kitapta kutsal dini kitaplardan da örnekler sunularak müziğin bir öğrenme ve öğretme yolu olduğuna vurgu yapılıyor. Düşünün, eski zamanları; bir olgu, bir olay başladığında ilk tonda müzik vardır hep. Tevrat’da doğa yokken bir ton vardı denir. Kuran’da da diğer kitaplarda da böyle. Bir oluşumun başlangıç ve bitişinde müzik vardır. İsrafil borusunu öttürünce kıyamet kopar. Bir fikir olgunlaşmadan önce müzikle kendisini belli eder. Bu tanrıçalar döneminde de, mitolojide de böyledir. Kendi bilinçlerini, lirle, müzik yoluyla anlatırlar. Bizim toplumumuza gelirsek; İslamiyet’in girdiği toplumlarda müzik keyf ve raks olarak algılanır. Sadece eğlence şekli olarak benimsenir. İslam öncesi toplumlarda, Zerdüştilerde, Yezidilerde, Kızılbaşlarda müzik kutsaldır. İtikat akla gelir. Bizde ( Dersim) müzik, bilginin taşıyıcısı, öğrenme öğretme aracıdır. Dersim’in geleneği, kültürü, birikimi, mirasları müzik üzerinde taşınır. Şu anda da bizim misyonumuz aynı dikkat ederseniz. Bizim kültürümüz, bilincimiz konuşamıyor. Bir mirası kaybetmişiz. İşte biz de dedelerimiz gibi müzikle bir şeyler taşımaya çalışıyoruz. Müzik ilk ortaya çıktığında çok daha asildi. Sonradan dejenere edilip, soytarılaştırıldı. Dersim müziğin bu ilk haline, asilliğine sadık kaldığı için bu yöre müzikal açıdan önemli. Bunun yanında Dersim coğrafyasının, çektiği acıların, ezilmişliğinin önemini de belirtmek gerekiyor. Hiçbir toplumda ozanlar, Dersim’de ki gibi kutsanmaz.

Bildiğimiz kadarıyla araştırmacı bir kimliğiniz ve derlemeleriniz de var. Bunu Almanya’da nasıl başarıyorsunuz? Zor olmuyor mu?
Mütevazı çalışmalarım var, kendi çapımda. Ben 21 yaşlarıma geldiğimde o zamana dek öğrendiğim şeylerle ters düştüm. Standart bir Tuncelilik duygusuyla, standart bir Alevilik duygusuyla, standart bir müzik anlayışıyla yüzleştim. Bunlardan almam gerekeni aldım. Kendimi dönüştürdüm. Çevreme daha farklı bakmaya başladım. Çözümleyebilmeyi öğrendim. Tabi bu araştıran bir bakış açısını da beraberinde getirdi. Bir çok insanla tanışıyorsunuz ve o insanlardan bir çok şey öğreniyorsunuz. Örneğin Almanya’da yaşamak, araştırma, derleme konusunda ne kadar dezavantajlı görünse de, orada bir sürü ulustan, milliyetten insanlarla tanışabiliyorsunuz. Onların dillerini, kültürlerini öğreniyorsunuz Bu da, bu konularda önemli bir avantaj sağlıyor. Bir de ben okumayı çok seven bir insanım. Bunun da faydasını görüyorum. Bunun yanı sıra Dersim’i coğrafyasından aşiretlerine kadar çok yakından bilirim.

Şu an üzerinde araştırma yaptığınız, yoğunlaştığınız bir konu veya proje var mı?
Evet var. Yaklaşık üç yıldan beri Dersim Ermeni Halk Şarkıları projesi üzerinde çalışıyorum. 60 tane Dersim Ermeni halk şarkısını topladım. Ermeni halk şarkıcısı İlda Simonian’nın da desteğiyle bu şarkılar 120’yi buldu. Yakın bir zamanda Cebrail Kalın, Aytekin Ataş, Levent Güneş gibi müzisyenlerle projeyi gerçekleştirmek istiyorum. Lakın finans kaynağı bulmamız gerekiyor. Bunu bir ara albüm olarak düşünüyorum.
Albümünüzde Hrant Dink için bestelediğiniz ve İlda Simonian tarafından seslendirilen ‘Sbidak Badankov Ağavnin-Ak Libaslı Güvercin” adlı bir ağıt yer alıyor. Bu çalışma gerçekleştirmeyi istediğiniz projenin ilk adımı olarak da görebiliriz...
Ermeniler o coğrafyadan gitseler de işaretleri hala orada. Ben bu işaretlere kayıp işaretler diyorum. Biz bu işaretlerin şahitleriyiz. O coğrafyada Ermenilerin bizim komşularımız olduğunu, mezarlarının taşlarının devrik olduğunu, kiliselerinin duvarlarının yıkık olduğunu, köylerinin, yaşadıkları yerlerin isimlerinin aynı olduğunu ve bizim tarafımızdan da kullanıldığını, ziyaretleri birlikte kullandığımızı, birbirimize kirve olduğumuzu biliyoruz. Bütün bunlara şahidiz. Bunların, bir zaman sonra yer yarılıp ta içinde kaybolmadıklarına da şahidiz. Bu vicdani bir meseledir. Ermeni halkının yaşadığı bir hatıradır ki o hatıra bizim vicdanımızın en gizli camekânında saklanıyor, korkudan dolayı açılamıyor. Bazen dil dayanamıyor, aşikar ediyor o gerçeği ve Hrant ağabeyimiz gibi öldürülüyor. Ama istenildiği kadar öldürülsünler bu hatıra mutlaka aşikar edilecektir. Dersim halkı belki, Ermeni kırımında en masum halklardan biri olmasına rağmen, 2000 yılında Ermenistan’a gidip kendi adıma özür diledim. Orada ki soykırım müzesinde ki defterde, Yılmaz Güney’in de zamanında gelip duygularını yazdığını gördüm. Çok duygulandım.

Son albümünüz Zernkut (Simya)’un oluşum sürecinden bahsedelim...
Son albümümün çalışmalarına yaklaşık 1,5 yıl önce başladım. Annemin güzel bir sözü vardı; gerçek söz yedi derenin içerisinde yıkanıp durulandıktan sonra gelir. Bu albümümün çalışmalarını bu sözden yola çıkarak yaptım diyebilirim. Çok uğraştım. Her parçayı neredeyse yedi derede yıkadım diyebilirim. Teknik anlamda da çok ilerleme kaydettiğimi söyleyebilirim. Müzik olarak diğer albümlerimin bir parçası olarak görülebilir. Ama batı merkeziyetçi düşünce biçiminden daha da kopmuş, kullanılan batı enstrümanlarının fazla armonik değil de melodik olarak kullanıldığı bir albüm oldu. Parçaların orijinal, öz duygularına sadık kalmaya çalıştım.
Klamların şanlarında da daha bir yöresel, otantik ağız kullanmışsınız.
Evet. Mesela Bingöl’den söylediğimiz Rençber Aziz’in klamında, bizzat günlerce o dili nasıl kullanıldığını öğrenmeye çalıştım. En asıl haliyle söylemeye çalıştım.

Albümün ismi mistik bir anlam taşımıyor mu?
Aslında Zernkut (Simya) sanatı yeniden bir şeyi yaratmak değil, var olanları açığa çıkarmak veya varolanları dönüştürmektir. O dar anlamıyla elementleri, metalleri altına dönüştürmek değil. Bu benim albümümde de böyle. Ben olmayan bir şey yaratmadım. Var olanı veya gölgede kalanı açığa çıkarmaya çalıştım.

Kamer Söylemez’in sözleri, sizin için çok önemli görünüyor...
Kesinlikle öyle. Kamer Söylemez’in yazdığı şiirler Dersim’in otantikliğiyle, edebiyatıyla öyle bir örtüşüyor ki, ben o sözlerin kendi içinde zaten bir melodi taşıdığını görüyorum. O şiirlerin kendi müziği var zaten.

Uzun yıllardır Alman müzisyenlerle çalışıyorsunuz.
Almanya’ya gittikten sonra bir sürü müzisyenle tanıştım. 5. yılımda bir müzik okulu açtım. Bizim kendi öğrencilerimizin yanı sıra bir sürü milliyetten öğrencilerimiz, müzisyen dostlarımız oldu. Burada tanıştığımız iki Alman müzisyen benim yanımda kaldılar. Dieter Schmalzred ve Michael Weil. 68 kuşağından oldukları için duyarlı, ezilen kesimin davalarını, dillerini bilen insanlardı. Bana göre yeryüzünde iki dil vardır; biri ezilenlerin diğeri ezenlerin. Yani bu iki dostumuzla aynı dilleri konuşuyoruz. Onlara çok şey borçluyum.

Müzik piyasasının gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bize hep müzik piyasasının çok kötü bir durumda olduğunu, firmaların battığını anlatıp duruyorlar. Bu piyasanın çökmesi, firmaların batması tersine çok olumlu bir süreçtir. Kâr hırsının tepe taklak gitmesi demektir. Bunlar kapitalist sistem ilişkileri içerisinde sürekli tüketen, kan emen unsurlardır. Bu firmaların çoğu kirletir, bulandırır. Bu firmalar aklı çalışan, idealist müzisyenleri zaten hiç destekleyip önlerini açmadılar. (İstanbul/EVRENSEL)

Müzikte de Batı hegamonyası var

Batıda günden güne etnik müziğe artan bir ilgi var. Bu da müzikal anlamda kendi içerisinde bir tıkanma yaşamasından kaynaklanıyor. Onlarda bu çıkmazdan kurtulmak için kulaklarını diğer seslere açmak zorunda kaldılar. Batı müziği demişken bu konuyla ilgili tartışılmasını istediğim birkaç şeyi belirtmek istiyorum. Batı müziğiyle kendimizi ilişkilendiremezsek evrensel olamayız gibi sakat bir anlayış var. Batı müziğinin armonik zenginliği tabi ki çok önemli. Ama “evrensel” olmanın koşulu bu armoniyi bilmekten mi geçiyor? Her şeyden önce müzik anlamında “evrensel” olmak tartışılmalı. Bir Batı hegemonyası söz konusu.
Amerika Avrupa’yı, Almanlar İtalya’yı, İtalyanlar Yunanlıları, Yunanlılar Türkleri, Türkler Kürtleri, Kürtler Arapları hor görüyorlar. Örneğin kendini batı müziğiyle hiç ilişkilendirmeyen, dünyaca ünlü müzisyenler, müzik dehaları var. Muhammed Reza Shadjarian, Nusret Fatih Ali Khan, Djivan Gasparyan bu isimlerden bir kaçı... Bunların yaptıkları işlerdeki kompozisyonlara bir bakın. Ne muhteşem işler. Bu işler evrensel insan mirasının büyük abideleri, kaynaklarıdır. Tabi yanlış anlaşılmamalı. Tıpkı doğu gibi batı dünyası da insanlık mirasının bir diğer yanını oluşturur. Doğu ve batı birbirini tamamlayan iki öğedir. Birinin yitirdiği diğerinde vardır ve birbirlerini tamamlar. Bunun bir dayatmayla olmaması gerekir. Bana göre bir müziğin evrenselliği üst düzeyde işlenmiş olmasıyla alakalıdır. Kökeni kimden gelirse gelsin. Zaten bir halka mal olmuşsa onun dünyada bir değeri vardır demek. Bu da evrenselliktir. Ben örneğin son albümümde batı müziğini değişik bir şekilde minimalize ettim. Bu doğulu müzisyenlerin kompleksine karşı geliştirilen bir tavır.
Nihat İlbeyoğlu-Ulaş Emre
ÖNCEKİ HABER

’68 hâlâ anlatılıyor

SONRAKİ HABER

Ronaldinho, Milan yolunda

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...