13 Nisan 2008 00:00

ankara mektubu

parti kapatmaya ve suç duyurusunda bulunmaya dair

Paylaş

Bugün Nisan’ın 6’sı, neredeyse bir haftadır daktilonun başına oturamıyordum. Bu yüzden geçen hafta, gazetemizin hayat ekinde yazım yayınlanamadı. Kısacası nedeni de şu: 31 Nisan sabahı, süresi dolan pasaportlarımızı alıp yeniletmek için Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne gittik. Bir yerlere gideceğimiz yoktu ama yine de cebimizde pasaportumuz olsun diyorduk. Pasaport Dairesi emniyetin giriş katında, oldukça geniş bir mahal ama öyle kalabalık ki neredeyse adım atacak yer yok. Anlaşılan vatandaşlarımız, ne olur ne olmaz diye tedbirli olmak istiyorlardı besbelli. Sivil olsun, üniformalı olsun memurlar, yürüme zorluğu çeken ak saçlı amcalarına çok nazik ve anlayışlı davrandılar. Yine de işlemlerin tamamlanması bir saatten fazla sürdü. Dış kapının önünde de trafik düğümünün çözümlenmesi için ayaküstü uzun süre bekleyince dizlerime kara sular indi.
1 Nisan Salı sabahı tam daktilonun başına otururken burnum kanamaya başlamaz mı? Meğer tansiyonum 17.9’a çıkmış; küçüğü de 10.9’a yükselmiş. Kanı durdurduk. Böyle zamanlarda her vakit olduğu gibi partiden arkadaşım Meral Hemşireye haber saldık, kullandığım tansiyon ilaçlarını yeniden düzenledik ve Meral Hemşirenin sürekli yardımı ile üç gün içerisinde tansiyonu 13 ve 8’e düşürmeyi başardık. 3 gün de ne olur ne olmaz diye dinlenmem gerekti; ancak haftalık ankara mektubu da güme gitti. Şimdi oturdum önümüzdeki haftanın yazısını hazırlamaya çalışacağım; neresinden başlayacağımı da bilemiyorum. Uzun uzun düşünmeye gerek yok geçen günleri, hatta ayların en önemli olayı, AK Parti’nin kapatılması davası ve Cumhuriyet gazetesi baş yazarı, saygın insan İlhan Selçuk’un sabahın köründe evinden alınıp iki gün emniyette sorgulanmasıdır. İlhan benimle yaşıttır, yani 83 yaşında; bu yaşta hepimizde olduğu gibi sağlık durumu epey tahterevalli gidiyor. Üstelik İlhan, Ziverbey Köşkü’nde ağır işkenceden yüzakıyla çıkmış bir insan. Ne var ki İlhan’ın suçu büyük: Hem Tehlikenin Farkında mısın?, uyarısının mimarı hem de yazılarıyla AK Parti’nin frensiz gidişine çomak sokan önemli bir yazar. Çok şey yazıldı şimdiye kadar onun için, ben kısa keseceğim ve İlhan Selçuk’un son hastane günlerinin de afiyetle sona ereceğine inanıyorum. AK Parti’nin kapatılması davasına gelince, bu süreç bence Demokrat Parti’nin 1950 yılında iktidara el koyması ile başladı; mübareklerin ilk siyasal uygulaması, namaza çağrı olan ezanın Türkçeden arapçaya çevrilmesi oldu. Yaşı uygun olan bizler, Tanrı Uludur nidasıyla başlayan ezanı öylesine benimsemişti ki hepimiz ezbere bilirdik ve Hacı Bayram Camisi avlusunda oynarken ağabeylerimiz, işi olup biryerlere giden müezzinin yerine minareye tırmanır, birinci şerefeden ellerini kulaklarına koyarak, kusursuz okuyabilirdi. Ve bu hal bize çok doğal gelirdi. Zaten iş ezanla bitmedi; yıllar içerisinde iş geldi geldi, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ne dayandı. İş iyice çığrından çıkınca da Yargıtay Başsavcısı’nın AK Parti’ yi kapatma istemiyle Anayasa Mahkemesi’nden dava açması üzerine din ticareti yapan parti ve çevresi kıyameti kopardılar ve de koparmaya devam edecekleri anlaşılıyor. Bu ciddi ve yaşamsal konulardan sonra biraz neşemizi bulmak için “MATRAK” bir alana atlamak istiyorum.
Aysun Kayacı ismini son bir aydır duymayan kalmadı. Aysun bir süredir NTV’de Pınar Kür ve Müjde Ar ile birlikte eğlenceli bir programa çıkıyor ve bu ablalarından fırsat bulabilirse bir iki laf ediyordu. Geçenlerde bir akşam nasıl olduysa kızcağız: “Benim oyumla, bir çobanın oyu nasıl aynı ağırlıkta olabilir?” gibilerinden bir beyanda bulunmuştu. Ertesi gün kıyamet koptu, ‘Sen ne hakla çobanları böyle aşağılarsın?’ diye. Asıl mesleği mankenlik olan Kayacı’nın çıplak fotoğrafı mı yayınlanmadı; özel hayatı mı didik didik edilmedi; AKP’nin kodomanlarından Dengir Mehmet Fırat, Kayacı’yı “edepsizlik”le mi nitelemedi? Asıl “edepsizin” kim olduğu bir yana, hani fikir özgürlüğümüz; nerede kaldı düşünceyi açıklama hakkımız? Daha geçenlerde, Bülent Ersoy “Oğlum olursa askere göndermem” gibilerinden bir şeyler söyleyince de, ayranı kabaranlar ağızlarına geleni söylememiş miydi şarkıcıya. Hadi bunlar neyse, 5 Nisan tarihli Cumhuriyet gazetesinde, alışılmamış uzunluktaki yazısını Oral Çalışlar, Aysun Kayacı’ya “tahsis” etmişti. Ayrıntılı sosyo politik analizlerden sonra, “Aysun Kayacı’nın çıkışının altında da bir sınıfsal gerçeklik yatmıyor mu? Sorusunu soruyor ve şu sonuca ulaşıyordu: “...onun gibi düşünenleri böyle konuşturan anlayış Türkiye’deki otoriter modernleşmeci anlayışın giderek tutuculaştığını... gösteriyor.” Vay Aysun vay, sen neymişsin be!
Şimdi gelelim bu ağır suçlara kesilecek cezalara. Evrensel’in, yani bizim gazetenin 6 Nisan tarihli sayısında, birinci sayfada, Malatya Damızlık Koyun ve Keçi Yetiştiricileri Birliği üyeleri olan çobanların, Aysun Kayacı hakkında suç duyurusunda bulunduğu bildiriliyor ve haber 4. sayfada sürdürülerek Aysun’un bir fotoğrafı ile Birlik Başkanı İhsan Akın’ın portresi ile devam ediliyordu. Sayın Akın, ülkede hayvancılığın kökünü kurutan zihniyete karşı da mutlaka aynı duyarlılığı gösteriyordur. Ben tam bu işin “suyu çıktı” diye geçirirken içimden bugünkü (8 Nisan) Cumhuriyet’in 3. sayfasında bir başka suç duyurusu ile yüz yüze gelmez miyim? Hem bu seferki daha alengirli. Hasan Ali Bulduklar adında bir vatandaş güya çoban olduğunu söyleyerek: “Anayasa’nın eşitlik ilkesini yok sayarak çobanlık mesleğini aşağıladığı ve hakaret ettiği” gerekçesi ile Aysun Kayacı hakkında Kozan Savcılığı’na suç duyurusunda bulunmuş. Haber uzun ve ayrıntılı idi; üç sütun üzerine konulan büyücek bir fotoğrafta Sayın Bulduklar koyun ve keçileri arasında, kollarını şikayet eder gibi açmış görünüyordu ve şöyle söylüyordu: “ Sürü sahibiydi ama çoban falan değildi; traktörü olan narenciye bahçesi sahibi varlıklı bir çiftçiyim.” Haberin tamamını okuyunca “suç duyurusu” haberinin uydurma olduğu anlaşılıyordu. Ayrıntılar çok neşeliydi; Hasan Ali Bulduklar’ın nasıl oyuna getirildiği ve köylük yerlerde nasıl dolaplar çevrildiği ince ince anlatılıyordu. Aysun Kayacı’nın bir çift sözü üzerine çıkartılan şamata bana şunları hatırlattı: Üç yüz-beş yüz kilo kömür ya da beş kalıp sabun, dört kilo fasulye, mercimek için oyunu satanları bir yana bırakalım; tarikat, cemaat, şıhlık ağalık bağlarıyla verilen on binlerce, yüz binlerce oya ne buyrulur? Fetullahçıların ayyuka çıkan ayak topu kulüplerini ele geçirmelerine ne diyelim? Bu madrabazlıkları, hileyi hurdayı senelerdir bize demokrasi diye yutturmaya çalışmıyorlar mı? Bu duruma isyan eden Fazıl Say’a niçin bu kadar öfkelendiler?
Üniversite öğrencisi Aysun Kayacı’ya bir çift söz de benden: Bırak sen bu cahillerin ve dolduruşa gelenlerin sözlerini; güzelliğin de bir bedeli vardır, kışkırtıcılar sana bunu ödetmek istiyor.
Alaattin Bilgi
ÖNCEKİ HABER

asya pasifik'te bu hafta

SONRAKİ HABER

felaketin yeşerttiği barış

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...