22 Nisan 2008 00:00

GÖZLEMEVİ

Hangi yüzyılda yaşarsak yaşayalım, hangi tarihte olursak olalım, dünyanın neresinde bulunursak bulunalım gerçek şu ki devrimciler teknolojik olarak, maddi güç olarak kat be kat üstün olan bir düşmana karşı savaşmış ve hâlâ savaşmakta.

Paylaş

Hangi yüzyılda yaşarsak yaşayalım, hangi tarihte olursak olalım, dünyanın neresinde bulunursak bulunalım gerçek şu ki devrimciler teknolojik olarak, maddi güç olarak kat be kat üstün olan bir düşmana karşı savaşmış ve hâlâ savaşmakta. Bunun karşılığında, sahip oldukları zenginlikleri, düzenlerini yitirmek istemeyen egemenler, iktidarlarını koruyabilmek için doğal olarak akla hayale gelmeyecek yöntemlere başvuruyor. Hedefleri, halkın mücadelesini bastırmak ve bunun için de halkın öncüsü olan devrimcileri yok etmek. Devrimci örgütlenmeleri, kurumları dağıtmak için örgütleniyorlar. Ordularını, polislerini, gizli servislerini, muhbirlerini, her şeyi ama her şey bu doğrultuda düzenliyorlar.

Özveri, dikkat, disiplin
Bu durumda ne yapsın devrimci? Devrimci de, düzenin saldırıları karşısında örgütsel yapılarını, kadrolarını korumak, düşmanın saldırılarını boşa çıkartıp karşı saldırılar düzenlemek, mücadelenin kesintisizliğini sağlamak için illegal örgütlenme biçimlerine başvuruyor. Devrimci örgütlenme, düşmanın devrimci hareketlere ulaşması ve darbeler vurmasının önünde büyük bir engel oluşturuyor. Ancak, bu “engel”in yeterince güçlü olması için illegal faaliyeti sürdüren kadroların, savaşçıların da oluşturulmuş yaşam biçimine, kurallarına koşulsuz uyması gerekmekte. Özveri gerekmekte, dikkat gerekmekte, disiplin gerekmekte.

Devrim romanları
Devrim mücadelelerini anlatan benim bildiğim çok sayıda roman var. Hemen her romanda yasadışıcılığın güçlükleri, zorlukları anlatılmış. Aynı romanlarda devrimcilerin bu zorlukları nasıl göğüsleyecekleri de öyküselleştirilmiş. Bunun dışında, illegal yaşama ilişkin çeşitli kural ve özellikleri de bu tür kitaplarda bulmak elbette olası. İllegal yaşamların kimisi bize biçim olarak değişik gelse de, dikkat edildiğinde içerik aynı. Bu romanlar devrimin hangi zorluklarla, hangi bedellerle, ne büyük özverilerle kazanıldığını öğrenmemiz için yararlı.

Olga’dan Olya’ya
Brezilya’lı yazar Fernando Morais, “Olga” adlı belgesel romanında olağanüstü bir kadının, Olga Benerio’nun hareketli yaşamını ve trajik ölümünü anlatmıştı. Olga Benario, 1908 yılında Münih’te doğar. 1923 yazında genç komünistlerden oluşan Schwabing grubuna katılır. Otto Braun’la tanışır. Onun da desteğiyle askeri stratejiler, Marksizm konularında yetkinleşir. Bir yıl sonra Otto’yla Berlin’in işçi kesimi Neuköln’e yerleşir. KG’nin ajitasyon ve propaganda sekreterliğine ve sonra siyasal sekreterliğine getirilir.1926 yılı Ekim ayında Otto’yla birlikte vatana ihanet suçundan tutuklanır, daha sonra serbest bırakılır. 11 Nisan 1928‘de ise hala tutuklu olan Otto’yu Moabit Hapishanesinden kaçırır. Sonra Moskova’ya geçerler. KGE merkez komitesine seçilir. İngilizce, Fransızca öğrenir, Rusçasını güçlendirir. Hafif ve ağır silahlar kullanmayı, Kızıl Ordu’nun bir kara birliğinde ata binmeyi öğrenir.1931 yılında Fransa’ya, İngiltere’ye gönderilir, eylemlerde tutuklanır, sonra serbest bırakılır. Moskova’ya geri döndüğünde Komünist Gençlik Enternasyonalinin beşinci kongresinde başkanlığa seçilir. Moskova’da Zhukovski hava kuvvetleri akademisinde paraşüt ve uçuş dersleri alır.

Olga’nın hüzünlü yaşamı
1934 yılında Komintern tarafından, gerçekleştirilmesi planlanan Brezilya Devrimine katkı sunmak ve Umudun Şövalyesi Luiz Carlos Prestes’in güvenliğini sağlamak üzere görevlendirilir. 29 Aralık gecesi Prestes’le Brezilya’ya gitmek üzere Moskova’dan ayrılırlar.Uzun yolculukları sırasında birbirlerine aşık olurlar. 27 Kasım 1935 yılında devrim girişimi başarısızlıkla sonuçlanır. 5 Mart 1936’da Rio De Janeiro’daki evlerine yapılan baskında polisler tam ateş açacağı sırada Prestes’in önüne geçerek, onu ölümden kurtarır. Tutuklandıklarında Olga, Prestes’ten hamiledir. Vargas hükümetince, Gestapo’yla yapılan işbirliği sonucu hamileliğinin yedinci ayında hapisaneden alınarak Hamburg’a giden bir gemiye bindirilir ve sınır dışı edilir. Hamburg’da gemiden alınarak Berlin Barnim hapishanesine gönderilir. 27 Kasım 1936’da çocuğunu hapisanede doğurur. Bir yıl sonra kızı Anita Leocadia Prestes elinden alınır. 21 Ocak 1938’de SS’ler tarafından Lichtenburg toplama kampına gönderilir. 1939 yılında ise Ravensbrück toplama kampına... Ve oradan da Bernburg toplama kampına…
Zafer Diper’ in yaptığı
Bizim Tiyatro, tiyatroyu yaşam biçimi seçmiş ve tam yirmi yedi yıldır politik tiyatro yapan Zafer Diper’in önderliğinde, bu kere de işte bu olağanüstü dirençli devrimcinin, Olga Benario’nun devrime adanmış ömrünü konu almış. Böyle bir konuyu seçmek, tam kırk beş yıldır sahnelerde olan, yirmi yedi yıldır cesaretle, özveriyle politik tiyatro yapan, demokrat duruşu, toplumsal sorunlara duyarlı kişiliğiyle gerçek sanatçı örneğini veren enderlerimizden Zafer Diper’e doğrusu pek yakışmış. Fernando Morais’in “Olga-Yürekli Bir Kadının Yaşamı” romanından yararlanarak oyun çıkarmış, yönetmiş. Son derece genç bir kadroyla çalışmış. Didem Başer (diğerlerinden bir adım önde), Aslı Nişancı, Nevin Doğan, Ezgi Besen, İzgen Diper, Özgür Sağlık’tan oluşan bu kadro doğrusunu söylemek gerekirse ne Nazan Diper’den, ne de Zafer Diper’den yardım almamış ya da alamamış. Alamayınca amatör acemiliğinden kurtulamamış (somut örnek, mıntıka temizliği tablosu). Oyun almış başını gitmiş, inandırıcılıktan uzaklaşmış.

Genç oyunculara önerilerim
Hiç mi hiç kırmak istemediğim bu genç oyunculara benim önerim (dikkat buyursunlar “öğüdüm” demiyorum), oyunculuğun olmazsa olmazlarından biri sayılan “gerekçelendirme”, yani oynarken ikinci bir eylem gerçekleştirme işini savsaklamamaları. Gerçekleştirdikleri eyleme neden yaratmaları. Gerekçelendirmeyi satırların arasında değil, kendi içlerinde arayıp bulmaları. Gerekçe olarak yarattıklarından heyecan duymaları. Gerekçelendirmeyi, sahnede oldukları süre içinde kafalarının içinde sürdürmeleri. Gerekçelendirmelerini “anlık” ve “içsel” olarak iki kategoriye ayırmaları. Sonra… Neyse!..

Yaratıcı kadronun diğerleri
Süreyya Karaduman’ın müziğine ses etmeyeyim, ama ışık tasarımı berbat ötesi. Emine Çakır’ın giysi tasarımı sıradanın da altında. Tutsaklar soğuktan tir tir titrerken, Nazi subayı nasıl oluyor da üzerinde palto olmaksızın tutsakların yanında aslanlar gibi kasılıyor, anlayamadım. Daha da eleştiririm eleştirmesine de, sanırım Çakır metni okumadan anlatılana göre bir şeyler çiziktirmiş. Zafer Diper’in sahne trafiği düzeni, dekor olarak kullandığı malzeme iyi, ama kendi oyunlaştırmasını böylesine didaktik sahnelemesi bence kötü. Black-Out’lar olamazcasına gereksiz ve fazla. Tempo oyun boyunca son derece düşük. İkinci perde başlarken gösterilen Galip İyitanır’ın yönettiği belgesel film ise bıktıracak kadar uzatılmış.

Kısacası: Emektar tiyatrocu, tiyatromuzun Donkişotgillerinden Zafer Diper, “Olya”yı iyi kotaramamış.
Üstün Akmen
ÖNCEKİ HABER

Alkış değil dozer yıktı

SONRAKİ HABER

24 ülkeden 30 şair Şiiristanbul’da buluşuyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...