04 Haziran 2008 00:00
UFUK
Ecevit, 1974te Kıbrısa çıkışımıza, Barış harekâtı adını vermişti. Bu harekâtın hem adaya, hem Yunanistana demokrasi getirdiğini söylemişti. Bu kez de Teröristleri terörden kurtarıyoruz söylemini kullandı
Ecevit, 1974te Kıbrısa çıkışımıza, Barış harekâtı adını vermişti. Bu harekâtın hem adaya, hem Yunanistana demokrasi getirdiğini söylemişti. Bu kez de Teröristleri terörden kurtarıyoruz söylemini kullandı. Müdahalenin adı Hayata dönüş operasyonu oldu. Annelere babalara seslenilerek çocuklarının ölümlerini önlemelerini istedi. Gençlere yazık oluyor çok üzülüyorum dedi. Savcıların, aydın gruplarının, Avrupalı heyetlerin ölüm oruçlarını durdurmaları için örgütlerle diyalog kurmaları sağlandı. F tipi uygulamasının ertelendiği açıklandı. Yani... Kimileri ölüme itilmiş, kimileri belki de ölmeyi seçmiş gençleri kurtarmak için bütün iyi niyetli girişimler gerçekleştikten sonra, artık başka çare kalmayınca müdahale edildiğinin resmi çizildi. Kamuoyu hazırlandı. Ayrıca... İçişleri Bakanı Sadettin Tantanın açıkladığı gibi; hapishanelerdeki bu derebeylik görüntülerinin sona erdirilmesi için bir yıldır hazırlıklar yapılmaktaydı. Planlar ve kadrolar oluşmuştu.
Milliyet gazetesinin başyazarı Güneri Civaoğlu, yukarıdaki satırları, Kamuoyu Bu Müdahale İçin Haftalardır Özenle Hazırlandı başlığı altında 20 Aralık 2000 tarihinde yazmıştı. Yani, önceden hazırlanmış olan F Tipi Cezaevlerine tutukluları sevk etmek için düğmeye basılarak operasyonun başlatıldığı günün hemen ertesinde.
Güneri Civaoğlunun bu satırları, Cezaevleri sorununun bir operasyon yapılmadan çözülmesi için gerçekleşmiş olan bütün iyi niyetli girişimlere devletin nasıl bir planla yaklaşmış olduğunu gözler önüne seriyordu.
Ancak, Çanakkale Ağır Ceza Mahkemesinde görülmekte olan, dört kişinin yaşamından olduğu Çanakkale Cezaevi operasyonuyla ilgili davada, Cumhuriyet Savcısı Mehmet Çetinkayanın 27 Mayıs 2008 günü verdiği esas hakkındaki mütalaasında, operasyonun ölüm orucundaki tutukluları kurtarma amacı taşıdığı öne sürülürken, başlatılan operasyona direniş gösterilmesi de, silahlı isyan hareketi olarak tanımlanıyor. Fahri Sarı, Sultan Sarı ve İlker Babacan isimli hükümlülerin bu operasyon sonucu ölümleri ise, Anlatılan bu silahlı isyan ve çatışma ortamındaki ölümler olarak adlandırılıp geçiliyor. Oysa her üç hükümlünün ölümünün askerlerin saldırıları sonucu gerçekleşmiş olduğu Adli Tıp raporunca açıkça ortaya konulmuştu.
Savcının mütalaasında, güvenlik görevlileri açısından da şu ifadelere yer veriliyor: Keza olay her tarafı kapalı bir cezaevinde gerçekleşen silahlı ayaklanma eylemi olup, güvenlik kuvvetlerinin bu eylemi rahatlıkla son verdirebilme imkanları var iken verilen biri asker üçü hükümlü dört kayıp ve de oluşan çok büyük hasar da dikkate alındığında, operasyonun en az can ve mal kaybı-hasarı ile sonuçlanabilmesi için kaç gün her türlü özen ve çaba gösterilmiştir. Tüm bu gelişmelere karşın sonuç alınamadığından güvenlik kuvvetleri yasal yetkileri dahilinde silah kullanmıştır. Bu ve benzeri gerekçeler sıralandıktan sonra şöyle devam ediliyor: Bu gerekçelerle iddianamede yer alan güvenlik kuvvetleri hakkında ceza verilmemesine dair karar verilmelidir.
Bu davayla ilgili duruşmaya 16 Eylül 2008 günü devam edilecek. Deneyimli pek çok hukukçunun, bu mütalaanın hukuksal niteliği üzerine söyleyebilecekleri çok şey vardır.
Bizce mütalaanın bütününde hakim olan iki temel nokta dikkati çekmektedir. Savcının varsaydığı kamu, tamamen devlet otoritesinden müteşekkildir. İkinci önemli noktada, güvenliğin tamamen üniformaya indirgenmiş olmasıdır. Devletin mahkum ederek, kendi cezaevinde tuttuğu insanların can güvenliğinden de sorumlu olduğu gibi bir gerçek, savcılık makamını hiç ilgilendirmemiştir.
Devlet otoritesini yeniden tesis etmek için, devletin güvenlik birimlerince girişilmiş olan bir harekat karşısında, harekatın hedefinde bulunanların kendilerini savunma haklarından bahsetmek belli ki, savcı için bir demagojiden öteye gitmemektedir. Tutuklu ve hükümlüler, F Tipi cezaevlerini kabul etmeye zorunludur ve bu yaşananlar da bu zorunluluğa direniş göstermelerinin doğal soncudur. Savcının mantığı tamamen böyle işliyor. Böyle olduğu için de, savcı, dava kapsamındaki güvenlik görevlilerinin cezalandırılmalarına gerek olmadığına, ama operasyona direniş gösteren bütün tutuklu ve hükümlülerin cezalandırılmasını istiyor. Mantık bu olunca, daha sonra yaşamını yitirmiş olan 3 tutuklu ve hükümlünün de, hakkında ceza istenenler listesinde anılmış olması gibi özensizlikleri bile savcı için tali kalmaktadır.
Bu tür bir güvenlik anlayışının 11 Eylül sürecinden sonra, Avrupa demokrasilerini de etkilediği biliniyor. Biz de ise bu anlayışın kökleri çok daha eskilere dayandığı için, bu anlayış savcılık mütalaasında, bir doğa kanunu (!) ifade etme rahatlığıyla savunuluyor.
Hukukun, fedaisi olduğu kamu otoritesini meşrulaştırmak için varolduğuna inanan bu anlayışa karşı, merkezinde insan olan, insandan harekat eden demokratik bir hukuk anlayışının savunulmasının önemi bu olayda bir kez daha açığa çıkıyor.
Fatih Polat