04 Haziran 2008 00:00

Kutsal Emanetler, 27 Mayıs ve Kızılderililer

İşçi ağlıyor, köylü kan kusuyor, esnaf perişan. Ve Ardahan’dan Edirne’ye, Sinop’tan Antakya’ya dek ülke toprakları peşkeş çekiliyor, üç-beş haramzâde tarafından… Aymazlık doruklara ulaşmış…

Paylaş

DP’nin Başbakanı Adnan Menderes’in yaptıkları arasında özellikle iki şey zaman zaman aklıma takılır. Birincisi, Haliç’in temizlenmesi işini Almanlara vermeyişi… Almanların önerisi şöyleydi: Karadeniz’den Haliç’e bir kanal açacaklar, Galata Köprüsü boyunca tel örgülü bir ızgara koyacaklar ve Haliç’i temizleyeceklerdi. Yalnız Haliç’in dibinden çıkacakları istiyorlardı. Menderes bu izni vermedi. Çünkü tarihi kayıtlara göre Fatih Sultan kardeşim İstanbul’u devralırken Cenevizliler ve Venedikliler Bizans’tan kaçırdıkları altınları yükledikleri gemileri batırmış, Haliç’e gömmüşlerdi… Neyse, altınlar bizde kaldı ve Haliç hâlâ bomkaka…
Menderes’in ikinci önemli direnişi de, “Kutsal Emanetler”le ilgiliydi. Suudi Arabistan’ın babası, imparatoru, “Verin bize Kutsal Emanetler’i, biz de tam 50 yıl Türkiye’nin petrol gereksinimini parasız karşılayalım” demiş. Vermedi Menderes ve Kutsal Emanetler bizde kaldı. Tabii bizim de kutsal petrole ödediğimiz parayla validemiz salya-sümük ağladı…
Neyse, Fethullah Gülen, 21. yüzyılın Müslüman halifesi olarak Topkapı Sarayı’na oturduğu zaman, elinde kapı gibi Kutsal Emanetler olacak. (Bu arada Hayrünisa Gül kardeşime elini çabuk tutmasını öneriyorum. Varsa Topkapı Sarayı’ndan alacakları falan, örneğin Kaşıkçı Elması gibi, elini çabuk tutsun. Çünkü Atatürkçü halife efendimiz saraya kurulunca zırnık koklatmaz. Benden bir ağabey öğüdü. Dinlerse kazançlı çıkar…)
Evet, Adnan Menderes Haliç’i ve Kutsal Emanetler’i kurtardı. Ama kendisini kurtaramadı, 27 Mayıs oldu… Bugünlerde bazı yazarlar 27 Mayıs 1960 Harekâtı üzerinde yorumlarda bulunuyorlar. Örneğin Adnan Menderes’in, Temmuz 1960’ta SSCB’ye gidip, ikili bir anlaşma yapacağının bu harekâtla ilgisi olmadığını yazıyorlar. Benim buna pek aklım basmıyor. Çünkü 27 Mayıs 1960 öncesinde bu gezi ve anlaşma üzerinde çok çeşitli yazılar çıkmıştı, anımsadığım kadarıyla. Bana göre ABD, uydusu olan Türkiye’nin kendi başına bir şey yapmasını kabullenemiyor ve bu yüzden DP iktidarının yıkılmasını istiyordu.
Bazı yazarlar da, ABD’nin 27 Mayıs 1960’ın olacağını bilmediklerini ileri sürüyorlar. Yine bana göre ABD, bal gibi biliyordu 27 Mayıs 1960 Harekâtı’nın olacağını… Adanalı saygın bir arkadaşım, 23 ya da 24 Mayıs 1960 günü bana, Ankara-İstanbul mototreninde, restoranında, bir Amerikalı Albayla konuştuklarını anlatmıştı. ABD’li Albay, “27 Mayıs’ta Türkiye’de çok önemli değişimler olacak” demiş. Arkadaşım bana, benim bazı yaptıklarımı bildiği için “Aman Habora, dikkatli ol bugünlerde, öyle her şeye karışma. Ne olacağı belli değil” diyerek kulağımı çekmişti…
Açık açık söylüyorum, çok önceden bazı şeyler belli olmuştu. Örneğin 28 Nisan 1960 günü, yani nümayişlerin ilk günü, İstanbul Üniversitesi’nin orta bahçesinde toplanmıştık. Rektör Sıddık Sami Onar ve liderimiz Castro Nuri (Birkaç yıl sonra Nuri’nin intihar ettiği duyuldu, nedeni bilinmiyor) üniversitenin ana balkonundaydı… 300-500 kişiydik… Ben, en arka sıradaydım. Hemen arkamda da birer metre aralıklarla süngülü askerler vardı, süngüleri bize doğrultulmuş. Bir omuzu kalabalık, albay mı, yarbay mı bilmiyorum (Hâlâ da bu pırpır işlerini öğrenemedim ya, neyse) bana, “Oğlum, Ankara’da yer yerinden oynuyor. Çankaya yerle bir” dedi. “Süngülere değmeden Beyazıt’a çıkın!..”
Çıktık… Beyazıt olayları… Sonra Aksaray, Unkapanı… Ben, köprüler açık olduğu için Eyüp’ten, Kağıthane’den dolaşıp, Radyoevi’ni basmayı önerdim. Yol uzun geldi galiba, kimse kabullenmedi. Oysa radyoyu ele geçirseydik, işi bitirmiştik.
Eminönü, Sirkeci derken İstanbul vilayet binasının yanı başına geldik. Bir-iki yüz kişiydik. Çünkü arkamızdan gelen on binlerce kişiyle bizi ayırmıştı gaz bombası atan polisler. Ve birden önümüze üç tank çıktı. Namluları bize doğrultulmuştu. Ve tanklardan birinin üzerinde Fahri Özdilek, “Çocuklar” dedi; “Hadi evlerinize dönün. Türk ordusu gerekeni yapacak, yakında!..”
Arkamızda şimdiki biber gazcıların atası sade gazcılar, önümüzde Memduhların, Kenanların atası vardı. Biz de Ebussuut Caddesi’ne kaçtık, n’apacaktık yani? Elimizde taş bile yok, amatör sivillerdik… Ve bir hanın önünde, bir tokat patladı yüzümde. Şükran Kurdakul’du tokadı atan. Önce bir çay ısmarladı hanın ocağında, sonra, “Mosmorsun. Hemen Kadıköy’e dayınlara git. Kesinlikle Aksaray’a, evine gitme” dedi.
ABD bilmiyormuş, CHP bilmiyormuş, Ordu bilmiyormuş. Hadi canım sen de, bu denli rastlantı olmaz…
Aradan yıllar geçti. Ne 27 Mayıs kaldı, ne de başka bir şey… Fikri Sağlar’ın yazısı üzerine yeri-göğü inletenler, örneğin bilet kalpazanlığı, sahte faturalar, zimmetler üzerine ağızlarını açmıyorlar. İşçi ağlıyor, köylü kan kusuyor, esnaf perişan. Ve Ardahan’dan Edirne’ye, Sinop’tan Antakya’ya dek ülke toprakları peşkeş çekiliyor, üç-beş haramzâde tarafından… Utanmazlık, aymazlık, rezillik, üçkağıtçılık, rüşvet doruklara ulaşmış… İslâmiyet tüccarları rahibelerin başlığını türbanlaştırıp, “cahilliği şiar edinen ulusum insanı”nı kullanıyor…
İşte bu havalar içinde, İstanbul’un İstiklâl Caddesi’nde tur attım, sık sık. Hiç olmazsa caddesi vardı, olmayan “İstiklâl”in. Bir gün, kapalı bir dükkan önünde gencecik çocuklar, Kızılderili giysileriyle türkü çığırıyorlardı. Hemen fotoğraflarını çektim. (Ahhh, biraz cesaretim olsaydı, o dekolteli türbanlıyı da çekebilseydim.)
Kızılderilileri izlerken, başka şeyler geldi aklıma. Duyduğuma göre AB’nin son tezgâhı “AB tipi imam” yetiştirmekmiş. 70 milyon Avro ayırmışlar. Önde AB imam, başta rahibe türban, ülkede talan, politikada yalan, halk perişan, varsılların altınları için kazan ve yoksulların ellerine oynamaları için patlıcan…
Öztürk Serengil’i de anımsadım, Kızılderilileri izlerken. 40 yıl önce şöyle diyordu şarkısında: “Ben bir Kızılderiliyim/ aslında Nevşehirliyim…”
Vallaha Türkiye’nin işi zor… “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak” deniyor ya, ben yine de fena halde merak ediyorum, 2023 yılındaki bizim T.C.’nin durumunu… SSCB’ni, Çekoslavakya’yı, Yugoslavya’yı, Irak’ı görünce… Sinop, Amasya, Ankara, Kırşehir, Konya, Mersin’den oluşan bir “tampon ülke” geliyor gözlerimin önüne… Neyse çok kalmadı, şunun şurasında 15 yıl var…
Bülent Habora
ÖNCEKİ HABER

Gıda krizine çözüm arayışı sürüyor

SONRAKİ HABER

Altın Koza kendi özgünlüğünü yaratmalı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...