1 Şubat 2012 09:17

Eray Canberk’e mektup

Sennur Sezer

Toplu Şiirlerin Kent Kırgını’nı aldığımda böyle bir kitap için de ne kadar beklediğini düşündüm. Hep titizliğinden. Dizelerine en çok itina (Özenden daha doğru bir sözcük sanki itina) gösterenimiz olduğundan en az şiir yayınlayanımızdın. İlk kitabını da epey geç çıkardın bu yüzden. Bir süre seni yalnızca çevirmen sanan bile oldu.
Sevgili Eray,
Sen benzersiz genç portreler çizdin şiirlerinde. Bu portrelerde hepimizden parçalar vardı kuşkusuz. Ama sana da çok yakışıyordu bu dizeler: “bu çocuk kavgaların adamı değil/ belli etmeden renk vermeden dirense bile/vuruldukça sarsılmıyorsa düşmüyorsa güç/ve ağzında kan gibi bir karanfil/ belki de karanfil gibi bir kan dudaklarında”. Ellerimizi hepimiz “yumruk gibi bir şey” olarak düşünüyorduk. Bize dayatılan “kaçmaktır kurtuluşun çaresi” kalıbından korktuğumuzdan.
Kitaplarının adı da sana yakışıyordu, “kuytu sular” gibiydin. Görünüşü serin. Alttan alta lavlar kaynardı belki içinde. Çevrendeki kalabalık sana çekilmez, dayanılmaz geliyordu. O kalabalıkta biz de vardık: Bizi de “yuh gibi” mi görüyordun. “Kaygısız” değildik ki. “Kendini taşlara vurmak” içimizden gelmiyor değildi, ama dile getirmekten utanıyorduk. Sen bütün sakin kişiler gibi cesurdun. Sevgiden değil sevilmemekten korkuyordun. Kış günlerinin güneşsizliği değil aldatıcı güneşi dayanılmazdı. Ve bir zamanların bayram tebriklerine bakan askerler. Gurbet neydi bilirdin.
Sevgili Eray Canberk,
Senin ağız dolusu güldüğünü hiç görmedim. Belki bir yarım gülüş. Alaturka şarkıların terennümlerine sığdırılan bütün sitemler gibi bir gülüşün vardı.
Sevdiğin de sana benzerdi. Yaşından ağır. Belki de gençliğin coşkunluğunun sevdaları “yoksul yerlere yağan kar” gibi güzel ve ölümcül kılmasından korkuyordunuz. Karın güzelliği kadar ölümcül olduğunu biliyorduk ama kızakların çıngıraklarını da duyuyorduk biz. Cayamıyorduk. Elişi kağıtlarının gerçekliğine inanmaya hazırdık. Mavi gökyüzüydü işte, kırmızı gelincik. Sarı kelebekti. Sen hep uyarmaya çalışıyordun bizi. Bana göre oyuna girmek isteyen ama oyuna alınacağına güvenmeyen bir çocuk gibiydi hayata bakışın. Oyuna alıp alınmamak umurunda değil gibiydi. Üzülmemizi, gözyaşlarımızı istemiyordun.
Şiirde hep cesurdun, sözcükleri ayıklamakta ustaydın. Bu ustalık her yıl arttı. Artık yaşama karşı da cesursun. Sözcüklerin hatırına “küllenmiş bir sevdayı” harlatıyorsun. Hüzün oyuncağın değil, bir akşama yalnızca hüznü yakıştırmak “yavan”. Arada Cihat Burak resmini gösteriveriyorsun bize: meyhanenin kasvetini dağıtan bir kedi, sisi boyayan tirşe bir atkı, bir cumbadan taşan bir tambur sesine karışan bir kadın silüeti.
Artık yorgunluktan söz ediyorsun, yorgun ama dövüşmeyi bırakmayan adamlardan. Yaşlanmaktan söz ederken erken uyanmayı da anlatıyorsun. Sabah bahçelerinin uyku dağınıklığındaki güllerinin kokusundan da söz ettiğinde ben nedense geceliğinin askısı düşen yeni yetme bir kız düşünürüm. Ama erguvanların çağrıştırdığı yeni yetme bir kız değil, yansıması afişlere düşen biri. Bir otobüs ara durağının puslu aynasında bir an görülmüş bir saç kümesi ve bir gülüş.
Sevgili Eray Canberk,
Şiirin bize uzaktaki, başka bir iklimin bir kıyısını gösteren fotoğraf sanki şiirin. Her ayrıntısında ayrı bir özelliği yer alıyor bahçemizin. Hem tanıdığımız hem yepyeni. Bazen ebruların şaşırtıcılığı var, çiseleyen yağmurun, bazen bir martının sevinci. El değmemiş korkularımız gibi mahrem ama hiçbir zaman durağan değil.
Sevgili Eray, sevgili arkadaşım, şiire verdiğin emek için sana duyduğum kıskançlığı anlatamam, şiirinle verdiğin düşler için çok yaşa.

Evrensel'i Takip Et