20 Temmuz 2008 00:00

birilerinin gördüğü düşte var olmak...

Ruhi Sarı, oyunculuğa Kartal Sanat Tiyatrosu’nda başladı. Halen Sadri Alışık Tiyatrosu’nda oyunculuğa devam ediyor. Çeşitli dizilerde oynayan Ruhi Sarı ile sanatı ve yaşamı üzerine sohbet ettik.

Paylaş

ruhi sari
Ruhi Sarı, oyunculuğa Kartal Sanat Tiyatrosu’nda başladı. Halen Sadri Alışık Tiyatrosu’nda oyunculuğa devam ediyor. “Üçüncü Sayfa”, “Maruf”, “Derviş”, “Hiçbir Yerde”, “Neredesin Firuze”, “Kabadayı”, “Made in Europe” filmlerinde ve “Yeditepe İstanbul”, “Yarım Elma”, “Sultan Makamı” ve “Ezo Gelin” gibi dizilerde oynayan Ruhi Sarı ile sanatı ve yaşamı üzerine sohbet ettik.


Oyunculuk serüveniniz nasıl başladı?
Lise tiyatrosunda başladı. Daha sonra Kartal Lisesi’nden mezun arkadaşlarımızın kurduğu ve benim de her şeyi öğrendiğim Kartal Sanat Tiyatrosu’nda sahneye çıktım. Sadri Alışık Tiyatrosu’nda iki sezon oynadım. Onun dışında sinemada “Sen de Gitme Triyandafilis”, sonra “Üçüncü Sayfa”, “Maruf”, “Derviş”, “Hiçbir Yerde”, “Neredesin Firuze”, “Kabadayı” ve en son “Made in Europe” filmlerinde oynadım. Arada televizyon dizileri de var. Önemlileri; Yeditepe İstanbul, Sultan Makamı, Ezo Gelin...

Televizyonda, sinemada, tiyatroda oynuyorsunuz. Üçü de farklı oyunculuklar gerektiriyor. Siz bunlar arasında bir karşılaştırma yapıyor musunuz?
Öyle bir ayrım yapmıyorum. Oyunculuk her yerde oyunculuktur. Ama televizyon ve sinemada herkesin oynayabileceğini; herkesin bir kereye bile mahsus olsa iyi bir oyunculuk sergileyebileceğini düşünüyorum. Çünkü oyuncunun televizyonda ve sinemada yaratıcı olarak çok fazla işlevi olduğunu düşünmüyorum. Tiyatro bir er meydanı ve seyirciyle birebir canlı performansın sergilendiği antrenman alanı. Kendi bedeninizi, kendi kimliğinizi, en çok da oyuncu kimliğinizi tanıdığınız ve yeterli olabileceğinizde orada başarıya ulaşabileceğiniz bir alan. Tiyatroyu sadece bu anlamda ayırıyorum; ama oyunculuk her yerde oyunculuktur.

Size gelen senaryolarda nelere dikkat ediyorsunuz, ölçütleriniz var mı?
Öncelikle kimin yazdığına bakıyorum ve senaryoyu okuyorum. Beğenmişsem ve senaryonun içindeki karakterlerle tanışabilmişsem tercih ediyorum var olmayı. Kimin çekeceği de çok önemli tabii ki. Onunla da tanışmak istiyorum. Çünkü siz ne yaparsanız yapın sonuçta birilerinin gördüğü düşün içinde var olmaya çalışıyorsunuz oyuncu olarak. Yönetmen ve senaristindir sinema. Ama onların eline teslim oluyorsunuz. O yüzden asıl önemli olan kısım, o ikisi ve onların kim olduğu, neler yazdığı.

Peki, oyuncu ve yönetmen arasındaki ilişkiye nasıl bakıyorsunuz? Teslimiyetçi oyunculuk mu, yoksa yaratıcı oyunculuk mu?..
Ben genellikle teslimiyetçi oyunculuktan yanayım. Ben teslim olurum senaryoya ve yönetmene. Tabii ki kendi bedenimle ve ruhumla getirip onlara sunduğum şeyler oluyor ama genelde onlara bırakıyorum her şeyi.

Hem sinema, hem tiyatro, hem de televizyonda oynadığınız için adaptasyon sorununuz olmuyor mu?
Benim oyunculukta en büyük sevdam ve isteğim bu zaten. Değişebildiğim için çok seviyorum oyunculuğu. O yüzden sürekli değişmek istiyorum. Bugün dönüp geriye baktığımda bir sürü farklılık görüyorum ve bu beni çok mutlu ediyor. Değişebildiğiniz sürece varsınız oyuncuysanız. Yoksa hep aynı şeyi oynayacaksanız, gerek yok oyunculuk yapmaya...

Yani özellikle zevk aldığınız bir alan yok...
Ben oynamayı seviyorum. Bir oyunda var olmayı, bir filmde var olmayı... Televizyon dizileri iyiyse; “Yeditepe İstanbul” ayarındaki dizilerde oynamayı çok seviyorum. Çünkü değişebilmek gerçekten de keyifli bir durum ve bir başınıza Ruhi Sarı iken yüzlerce karakterle tanışma şansınız oluyor...

En son oynadığınız ‘Made in Europe’ filminde, filmin 17 erkek oyuncusuyla birlikte Altın Koza En İyi Erkek Oyucu Ödülü’nü aldınız. Yani ödül 18’e bölündü. Bu konu hakkındaki düşünceleriniz neler?
Film Avrupa’da yaşayan küçük küçük erkeklerin; hepsi Türk, hepsi yabancı, hepsi birbirine muhtaç insanların hikayesiydi. Farklı karakterler olsa da sonuçta aynı adamı; gurbetteki adamı, göçmen adamı oynadık. Biri mühendisti, biri ameleydi ama hepsi aynı adamdı aslında. Altın Koza’da, jüri bunu iyi algılamış olsa gerek ki 18 erkeğe birden “aynı adamı başarıyla oynadıkları için” diye bir açıklamada bulunup, yönetmenin dünyasına sadık kalarak yolculuğa çıktıları için En İyi Erkek Oyuncu Ödülü verdiler. Ben daha evvel tek başıma aldım En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü, ama bu son aldığım ödül; 17 arkadaşla paylaştığım bu ödül çok daha anlamlı, çok daha hoştu...

Aldığınız ödüllerin sizin için önemi nedir?
Mutlu oluyorsunuz, onore oluyorsunuz... Ödül o kadar da ahım şahım bir şey değil ama düşünün ortaya bir şey koyuyorsunuz ya da yaratılan bir şeyin içinde var olmaya çalışıyorsunuz ve bu performansınız birileri tarafından değerlendirilip size ödül veriliyor. Bu tabii ki de herkesi mutlu eder; beni de mutlu ediyor...

Türk sineması hakkında düşünceleriniz neler? Son dönemlerdeki gidişat hakkında neler düşünüyorsunuz?
Ben 13 yıldır oyuncu olarak sinemanın içindeyim. Yavaş yavaş öğreniyorum. Ama bu zaman içinde birçok şeyin değiştiğini gördüm. Bugün artık dijital kameralarla film çekilip, negatife aktarılabildiği için birçok set oluştu. Herkes film çekebiliyor artık. Bu iyi de olabilir, kötü de... Belki çok iyi yönetmenler çıkacak; belki de çok kötü filmler çekilecek ve seyirci Türk sinemasından uzaklaşacak. Bunu şimdiden kestirmek çok zor. Gişesi iyi olan film iyi film midir; bunun cevabı bulunabilmiş değil Türk sineması adına. Türk sinemasının dili oluşmuş değil; tarzı, tadı henüz oluşabilmiş değil. Bunu yaratmaya çalışan sinemacılarımız var. Ama Hollywood özentisi film çeken insanlar da var. Televizyon dizilerini film yapan ve onları sinema zanneden sinemacılarımız ve seyircilerimiz de var. Sinema seyircimiz ve sinemamız henüz kimliğini bulabilmiş değil. Bu kimlik bugün yapılan işlerle oluşacak. Ama bunun için daha vakit var...

Peki, Türk sinemasının oyuncu sıkıntısı çektiğini düşünüyor musunuz?
Hayır. Türkiye’nin oyuncu cenneti olduğunu düşünüyorum. Avrupa’ya ve dünyaya baktığınız zaman Türkiye’deki oyuncu kalitesinin çok daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Eskiden futbol için söylenirdi ya “tesis yok” diye; onun gibi... Bizim birtakım teknik eksiklerimizin olduğunu düşünüyorum. Hikayelerimiz çok özgün değil. Garip bir kompleksimiz var. Kendi topraklarımızla, kendi hikayelerimizle barışabildiğimiz gün çok daha iyi şeyler yapabileceğimizi düşünüyorum. O zaman İran sineması gibi bir sinemamız olabilecek...

Oyunculuk tarzınız ‘rol yapmamak’ üzerine mi kurulu? Oyunculuk sizin için nedir?
Tiyatro yapıyorsanız oyunun sahneye konma biçimi, tarzı vardır ve o tarza ait oynarsınız. Ama sinemada bugüne kadar yaptığım filmler içerisinde “Neredesin Firuze” biraz karikatürize bir filmdir; onun dışındakiler reele yakın filmler olduğu için “oynamamaya” çalıştım. Kendi bedenimle oynadığım karakteri iyi tanıştırmaya çalıştım. Eğer oynamıyorsanız çok iyi oynuyorsunuzdur. Bu üslup benim daha ilk oynadığım filme başlamadan önce, hocam Mehmet Esatoğlu’nun bana söylediği bir şeydi. Oynamadığın zaman çok iyi oynarsın demişti. Ve sinemada, televizyonda, oynamadığınız zaman gerçekten çok iyi oynuyorsunuzdur.

Peki bir role hazırlanma süreciniz nasıl oluyor?
Bu, ekibin çalışmasıyla alakalı bir şey. Senaryo ne kadar önce gelirse provalara o kadar erken başlıyorsunuz. Sonra yönetmen ve senaristle aldığınız toplantılar çok önemli. Ama role ne zaman hazır olunuyor derseniz; sette, kostümü giydiğiniz an. Çünkü o an tanışıyorsunuz o adamla. Tiyatroda tabii ki 2-3 ay provasını yapıyorsun, karakteri yaratmaya çalışıyorsun, onunla tanışıyorsun, onunla yatıp kalkıyorsun ve sonra bütün bir sezon aynı adamı oynuyorsun. Sinema filminde, gönül ister ki yurtdışında olduğu gibi çok uzun süreler çalışabilelim; ama bizde cast (oyuncu seçimi) son bir ay kala yapıldığı için çok fazla çalışma şansınız olmuyor. Ama her yönetmen veya senarist, derdini size iyi ifade edebilmişse ortada problem kalmıyor.

Oynadığınız filmlerde kendinizi en çok beğendiğiniz, en içinize sinen film hangisi diye sorsak?
Her zaman “Sen de Gitme Triyandafilis” derim, çünkü ilkti. Benim için özel tarafı o. Bugün tekrar izlediğimde 24 yaşındaki Ruhi’yi görebildiğim tek film o. Çok önemli o yüzden.

Sinemada bir rol tuttuğu zaman yapımcılar veya yönetmenler işi garantiye almak için karakteri değiştirmiyor. Size de ‘bitirim çocuk’ yaftasının yapıştığını düşünüyor musunuz?
Yaptığım şeylere baktığım zaman böyle bir şey olmadığı açıkça belli oluyor. Çünkü ben “Yeditepe İstanbul” dizisinde, evet mahallenin bitirim delikanlısını oynadım. O iş biter bitmez oynadığım ilk iş “Yarım Elma” dizisindeki Azeri kapıcıydı. O bitti, “Sultan Makamı”nda jokeyi oynadım; o bitti “Neredesin Firuze”de uzun saçlı yönetmeni oynadım. Benim derdim değişebilmek. Azeri kapıcıyı oynadığımda bunun üstüne gidileceğinden korktum; tam zamanında bıraktım ve değiştim. Saçlarımı hemen kestim, başka bir şey oynadım. Bana hiçbir rolün yapışmasını istemediğim için başka şeyler yapıyorum. Geçen sezon “Ezo Gelin”de kabadayıyı oynadım. İlk kez “Kabadayı” filminde mafyanın içerisinde ciddi bir kötü adamı oynadım. Şimdi yine bir diziye başlayacağız. Ama bu dizide daha büyümüş bir Ruhi olacak; üç çocuğu olan bir babayı oynayacağım. Sürekli değişmek çok keyifli. “Üçüncü Sayfa”da bir figüranı oynadım. “Maruf”ta Mardinli Hamlet’i oynadım. Yani bir sürü işte bulundum ve değişerek bulundum...

Hazır veya üzerinde çalıştığınız bir proje var mı?
Ağustos ayında Yavuz Turgul’un yazdığı bir diziye başlayacağız. Daha cast’ı tam olarak belli değil. Tayfun Pirselimoğlu’yla bir sinema filmim olacak. Onun da tarihi tam belli değil. Tiyatroda ise yeni bir oyun teklifi var. Oynayıp oynamayacağım daha belli değil; Sadri Alışık tiyatrosu’nda bir oyuna devam ediyorum çünkü...

Son olarak oyuncu adaylarına söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Algıları açık olsun; etraflarında ne olup bittiğine çok dikkat etsinler. Bir de kendileri gibi olsunlar; kimseyi taklit etmesinler...
Cahit Çeçen - Ünal Emir Menteşe
ÖNCEKİ HABER

çankaya’daki kenelere ölüm!

SONRAKİ HABER

yaz sıcağında ‘soğukluk’ niyetine...

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...