Hacı Hasan Kesiği-1
Çiseleyen yağmur, rüzgârın da etkisiyle vücuduna dolu tanesi gibi değdikçe sırtındaki çuvalın ağırlığını daha da hissetmeye başlamıştı. Karaçay’dan çıkarken gün dinlenmek üzereydi, şimdiyse vakit akşam alacasını geçmişti çoktan. Ve Ayşe ancak iki tepe geçebilmişti. Köye ulaşmasına üç tepe daha vardı. Hacı Hasan Kesiği’ne varmasınaysa iki tepe vardı, orada yolu yarılamış olacaktı, gerisi yokuş aşağıydı.
Gündüz hava güzeldi, koca anasından ayrılırken de bir şey yoktu. Sonra birdenbire bozdu. Böyle olacağını bilir miydi Ayşe, bilse çıkar mıydı? Dinerse deyip deyip devam etmişti, o devam ettikçe sanki sırtındaki yük de artmıştı. ”Bu yol bu kadar uzun muydu? Git… Git... Bir Hacı Hasan’a bile varamadım. Durup dinlensem mi? Dayan Ayşe, evde yavrular bekler. Kuşluk vakti çıktıydın evden, nineleri bir kaşık bir şey verdi mi ola?” diye içinden geçirdi.
Uzaklardan Murat kuşunun sesi geliyordu. İrili-ufaklı çamlardan başka bir şey görülmüyordu. Dağ yolu yağmurla beraber çamurdan sel olmuştu. Uzakta akan çayın sesi yağmurun nasıl yağdığını haber verir gibiydi. Ayşe: “Sus, uğursuz kuş, canım burnumda zaten bir de sen ötme… Taş gibi mübarekler, birini atsam mı?” diye düşünmeye başladı. Sırılsıklam olmuştu, üstü başı yapış yapıştı. Ter bir yandan, yağmur bir yandan, çuval bir yandan dayanacak gücü kalmamıştı. Uzaklardan köpek ulumalarını duydukça her adımını korkarak atıyordu. Yola düşmüştü bir kere bu vakitten sonra geri dönmek daha büyük rezillik olacaktı. İlerlemekten başka çaresi yoktu.
Üçüncü tepeye yaklaşırken sesler duydu. Kadın sesi mi erkek sesi mi anlaşılmıyordu. İrkildi Ayşe, titremeye başladı. El fenerini söndürdü. “En iyisi şu çalılığın ardına sinleneyim, bubam ‘gözünlen görmediğin şeyden gaç’ derdi. Dağ yolundan ayrıldı; yamaçtaki patikalardan birine girip saklandı, beklemeye başladı. Sesler seçilir hale gelmişti. Hem kadın hem erkek sesiydi. Ellerinde torbalar, çapalarla gündelikten geldiklerini anlayınca içi rahatladı. Bu sırada erkeklerden biri küfür etti; Ayşe “tövbe estağfurullah” çekti. Yol dar olduğundan ikişerli-üçerli yürüyorlardı. Ayşe o ara konuşmalarına kulak misafiri oldu:
“Len Osman, senin çalıştığın yerin sahabı ne biçim herifmiş birader, ülen ınsan bi kupa çay vermemi be!”
“Abey, tok açın halını ne bilir.”
“ Doğru dedin.”
Kalabalık geçip gitti. Ayşe’nin kalbinin gümbürtüsü de azaldı. “Sesler ıraklaştı, yola düşeyim, hem de nefeslenmiş oldum.” diye söylendi. Ayşe çuvalı sırtına almıştı almasına ya yük sanki daha da ağırlaşmıştı. Dinlenince yorgunluğu iyice ortaya çıkmıştı. Ayakları gövdesini götüremeyeceğini belli edercesine zonklamaya başlamıştı. Ayşe bir yola baktı: “Üç tepe, Hacı Hasan’a bir tepe… Ne etmeli acaba birini atsam mı?” Çuvalın içindekiler diken gibi batar olmuştu. Omzu yerinden çıkmış gibi sızlıyor, ayağındaki yırtık canik pabuçları çamurundan kalkmıyordu. Ayşe durdu, çuvalı indirdi, ipini çözdü. Eli varmaya varmaya şeker pancarlarından birini çıkardı ve yolun kenarına bıraktı. “Belki bi ümmeti Müslüman görür de sebeplenir.” dedi.
Tekrar yola düştü. Bu sırada fırtınaya dönen bir rüzgâr başladı. Yazmasını yüzüne daha sıkı bağladı ama nafile tersten esiyordu. “Hey goca Allah’am güç guvvat ver” diye tekrar ediyor; “La İlaheleri…” dilinden düşürmüyordu. “Ay dedem sen de olmasan bu gör karanıda önümü de göremeyecektim.”
Ay, Ayşe’nin üstünde ilerliyor cılız da olsa etrafı aydınlatıyordu. Bir tek yıldız bile yoktu onlar da şimşeklerden korkmuş evlerine çekilmişlerdi herhalde. Ya kuşlar onlar neredeydi? Ölüm habercisi diye bilinen Murat kuşunun iniltiyi andıran sesinden başka bir şey işitilmiyordu. Sadece karanlık, ağaçlar ve yağmur bir de gece…
Rüzgâr gittikçe arttı; yürümek imkânsızlaştı. Ayşe durdu, şeker pancarlarından birini daha eli titreye titreye attı. Başka çare yoktu, yoksa ilerleyemeyecekti. Hacı Hasan’a bir küçük bayır kalmıştı. Ulu ağaca yaklaşmıştı.
Sabahı düşündü, gün ne güzeldi, çalışmışlardı. Koca anası da çocuklarına götür diye bir çuval şeker pancarı verip:
“Ben bi goca garıyım, iki üç danesi bana yite, sen yavrılara götür.”
“Pişiririm, gız çok sever oğlan pek yemez ya olsun. Hasan da yemez, ‘toprak kokulu nasıl yeyyon bunu’ deyip duruyo. Oğlan da ona çekmiş heralda.
“Adamlar pek yimez, rahmetlik de sevmezdi. Suyuyla bılameç karıştırıver onu yirler”
“Ahmet de Hasan’ım da onu pek sever. Kaynanamdan nişasta istemeli, gönlü olursa veri.”
“Benimde galmadı, geçen yılın buğdeyini ısladım, çiğneyip sercem, sen bi daha gelesiye sağ olursam hazır iderim gözelim.”
“Böyle deme goca ana.”
“Mevla yazmış, günüm yetmişse bize gitmek düşe, mühüm olan gayrısının hesabı .” demişti.
Helalleşmişler ardından Ayşe uçarak çıkmıştı yola.
Evrensel'i Takip Et