26 Eylül 2008 00:00
GÖZLEMEVİ
Hadi Çaman da Hadi bana eyvallah dedi, çekti gitti.
2007nin son günlerinde ALS hastalığına yakalanmıştı, 2008in mayıs ayından bu yana Kızıltopraktaki Doğa Huzurevindeydi.
Bir deri bir kemikti.
Yemek yiyemedi, su içemedi, ses edemedi.
Bebekler gibi mamayla beslendi.
Bebekler mamasını kaşıkla yerdi, biberondan emerdi, ama o besinini çiğneme refleksi yok olduğu için delinen gırtlağından edindi.
Vücudunun tüm kasları eridi.
Bebekler gibi bezlendi.
* * *
Onu taaa 1968in İstanbulunda tanımıştım.
Tiyatronun tutku olduğu o günlerin İstanbulunda
Ankara Sanat Tiyatrosunun İstanbul turnelerini kapalı gişe oynadığı; Dormenin, Kenterlerin, Şehir Tiyatrolarının, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Topluluğunun, Dostlar Tiyatrosunun, Muammer Karaca Tiyatrosunun gişelerinin önünde kuyruklar oluştuğu yıllarda.
Tiyatro, yaşamımızın önemli bir parçasıydı, dolayısıyla oyunlar üzerine söyleşmek Beyoğlu Baylandaki günlük sohbetlerimizin vazgeçilmezi olurdu.
Ben, Hadi Çamanı o günlerde tanıdım.
Sanatçının kazandığı ilk başarılarıyla sanatının kişisel olmayan ününü paylaşmasına, giderek içgüdüsel ve olabildiğince alaylı biçimde başarı denilen olguyu geri çevirmeye doğru yöneldiğine o gün bugündür de Hadi Çamanda tanık oldum.
Sanatının kişisel, kazançsız, özgür olduğu; kendi kendinin farkına varmadığı, kendi kendine güldüğü, kendi kendini alaya aldığı evreyi elden bırakmayan enderlerimizdendi o.
Kırk altı yıl sanat yaptı.
Bu yılların yirmi altısını Yeditepe Oyuncularına ayırdı.
Yetişti, yetiştirdi.
Ve bunun hep böylece sürüp gitmesini istedi.
* * *
İstediği; kaskatı bir yüzle, kendisine sunulan ünleri, payeleri, ödülleri alarak gençliğine hainlik etmek değil, daha çok çalışmak, olumsuz koşullarla daha fazla boğuşmak, kendi kendine daha çok gülüp durmaktı.
Yaşamının, iradesi dışında kendini ağırbaşlı bir duruma getirebilecek olmasından, olasılığından korkar gibi yaşadı.
Bir sanatçının sanat karşısındaki alçak gönüllülüğü vardı gözbebeklerinde.
Şimdi anımsıyorum da, Fenerbahçe Spor Kulübünün sosyal tesislerinin barında birlikte olduğumuz gecelerden bir gece, gece boyunca, nedendir bilmem: İnsan dediğimiz nedir ki diye düşünüp durmuştuk.
Sonunda; Birbirlerine gevşekçe bağlanmış parçalardan kurgulanmış sistemler bütünü olarak tanımlamıştım insanı da, ne çok gülmüştü!
Bu anlamıyla, insan olarak kendimi kurgulayışım; düş, düşünce, duygu, ruh ve benzerlerince, aynı ölçüde gevşek bağlantılı olayların transit istasyonları gibi, Hadi Çamanda da işlev gördü.
Günün birinde; Hadi Çaman, bırakın eleştirilmekten korkmayı, sevmemeyi, istememeyi; Eleştir diye handiyse eleştirmenin yakasına yapışanlar bölüğündendir. Bilirim, o eleştirenlere ve eleştiriye kızmaz, sinirlenmez dediğimde pek sevinmiş; bizzat sahneye koyduğu ve Suna Keskin ile oynadığı Cahit Atayın Son Perdesinde; üç genci ve iki ustasıyla, sazıyla sözüyle, günahıyla sevabıyla, tiyatromuzun yel değirmenlerine hiç aralıksız saldıran; belli ülküleri benimsemiş, kendine özgü davranış biçimleri olan soylu şövalye Hadi Çamanın kıyasıya eleştirilmesi gereken bir yapım bu diye söz edince pek öfkelenmişti.
Bana, oyunun metninden bir örnek gönderdi. Hem de üzerine kırmızı keçe uçlu kalemle; Gel de bu metni sen sahneye koy yazıp göndermişti. Bana ne diye yanıtlamıştım, ben olsam bu oyunu sahneye koymazdım ki!
Pek sinirlenmişti.
Demek ki sinirlenmesi gereken bir günündeydi.
Bunun dışında beni her gördüğü yerde övmek; birilerine tanıştırmak gerektiğindeyse şişirmek istedi.
Sanatçı-öznenin vazgeçilmez rolünü hiç yadsımadan benimsemişti.
Sanatçıyı yeti ve emeğiyle kişi yapması, Yeditepe Oyuncularına baş koymasıyla somutlaştı.
Çalışması dünyalaştı.
İyi de, dünyadan neden bu kadar çabuk uzaklaştı?
Uzaklaşırken nasıl oldu da, böylesine kapsamlı bir yaratılmışlık bıraktı?
Bırakırken; Sanat yapıtının emek olarak varlığı adını ona kim taktı?
Kimseye anlatmamıştı, öldü gitti anlaşılamadı
Üstün Akmen
Evrensel'i Takip Et