07 Aralık 2008 00:00
biz görevliyiz, siz basın!
Basın diyoruz ya, aklıma hep üstünden elli yıla yakın süre geçmiş bir olay geliyor. 27 Mayıs 1960 askeri dönüşümünün yeni günleri. Milli Güvenlik Komitesi henüz Babıaliden de geçeriz müjdesini vermemiş.
Basın diyoruz ya, aklıma hep üstünden elli yıla yakın süre geçmiş bir olay geliyor.
27 Mayıs 1960 askeri dönüşümünün yeni günleri. Milli Güvenlik Komitesi henüz Babıaliden de geçeriz müjdesini vermemiş. Ordu ile Babıali arasındaki balayı sürüyor. Cumhuriyet gazetesinin taşıtı, içinde gazetecilerle vilayete doğru yol alıyor. Bir de bakıyorlar ki; Cağaloğlu yokuşunun başının oralarda yolu askerler kesmiş. Kuş uçurmuyor. Şoförün yanı başında oturan ağabeyimiz, adı Ayhan Hünalp, çok çelebi bir insandı, şairdi, başını arabanın camından uzatıyor. Elinde de basın kartı. Sesleniyor: Basın! Nöbetçi askerin yanıtı sert: Biz görevliyiz hemşerim, siz basın!
Bilmiyorum, akredite o günden mi kaldı?
1950lerden beri okuduğum gazetelerden, daha doğrusu köşe yazılarından sayısız fıkra öğrendim. Çünkü gelenekti. Yazılması tehlikeli konuları köşe yazarları kenarından köşesinden anlatır, sözü zamana ve zemine uygun bir fıkrayla bağlarlardı. Arif olan anlasın!
Bu işin üstadı Şeyh ül muharririn yani yazarların üstadı Burhan Felek ile 150liklerden Ulunaydı. Hangisinden okuduğumu bilmiyorum, şöyle bir öykü:
Efendim bir zamanlar, yani Osmanlı döneminde İmdat diye haykırılmazmış. Müslüman yok mu? diye çığrışılırmış. Adamcağızın birinin yolunu bir tenha yangın yerinde kesmişler. Parasını almak istemişler, direnince basmışlar sopayı. Adam haykırıyor Müslüman yok mu... Ne gelen var ne giden... Mal candan tatlı, adam bir yandan kesesini korumaya çalışıyor, bir yandan feryadı basıyor: Müslüman yok muu... O sıra sokağın öte başına sızıp yıkılmış bir Bekri başını kaldırıp feryada yanıt veriyor : Var... Var ama gelemez!
Biz Adnan Özyalçıner ile bu öyküyü 12 Eylülün hemen eşiğinde kurulup 12 Eylülden sonra çalışmaya başlayan Yazkoya uygulayıp anlatıyoruz:
Mustafa Kemal Ağaoğlunu birileri tenha bir sokakta kıstırıp dövüyorlarmış, Mustafa da haykırıyor: Aydınlar yok mu...! O sıra Can Yücel ile Selahattin Hilav (bir başka anlatışa göre de Attila Tokatlı) bulundukları mekanın penceresinden yarı mahmur yanıt veriyorlar: Var ama gelemez!
Üçü de Yazko üyesi ya... Bekrilik, Bektaşilik en çok onlara yakışıyor...
Tam bu fıkra uyarlama günlerinde Mehmed Kemal de köşe yazılarına geleneksel fıkraları eklemeye başladı. Anımsadığıma göre ilk fıkra şuydu; Boğaziçinde balıkçılar daha önce rastlamadıkları bir balık tutuyorlar. Cinsinin ne olduğunu kestiremeyince söz gelip cinsiyetine dayanıyor. Başlıyorlar tartışmaya, bu balık dişi... Yoo dişi balık böyle olmaz, erkek. Bunların bağrışmalarına civardaki yalıların çalışanları toplanıyor, her kafadan bir ses... Ne Bolulu aşçıbaşılar çözebiliyorlar balığın dişi mi erkek mi olduğunu, ne Karadenizli yorgancılar, ne Ermeni Ayvazlar... O sıra biri Yahu diyor ne çekişiyoruz, şu balığı bizim paşaya götürelim. Herkes bir an susuyor. O ara Karadenizli atılıyor Bilir mi senin paşan balıktan? Yoo diyor öneriyi yapan, Bilmez, bilmez ama dediği dediktir.
Fıkra yayınlandı. Bu bildiğimiz fıkrayı yine de anlatıp gülüyoruz. Memed Kemal ikinci fıkrayı patlattı:Denizden, denizcilikten hiç anlamayan bir paşa dalkavuklarıyla birlikte bir kayığa binmiş. Kayıkçıya ha bire buyruk veriyor, Kayığı siya et, Olmadı, beceremedin, şurdan alarga... Biçare kayıkçı, Paşam ben bu işi bilirim, bırakın ben bildiğim gibi çekeyim küreği dedikçe, dalkavuklar ağız birliği edip azarlıyorlar adamı. Sus sen paşadan daha iyi mi bileceksin. Sesini çıkarma da uy emirlere. Adamcağız ne yapsın saçma sapan buyruklara göre çekmeye çalışıyor küreği. Sonunda kayık karaya oturuyor. Kayıkçı, öfkesini gizlemeye çalışarak Gördünüz mü paşam, sizi dinledim, kayık karaya oturdu. Karaya oturttunuz kayığı. diye homurdanırken dalkavuklar hep birlikte ayağa kalkıyorlar: Güle güle oturun Paşam...Güle güle oturun.
Mehmed Kemali fıkranın yayınlandığı günün akşamı aldılar. Sonrası, yani Mehmed Kemalin başına gelenler , hiç komik değil.
Fıkralar, kimseyi korumuyordu artık...
Türk basınında kalem kavgaları
Basın sözünün eski karşılığı matbuattı. Basma sözcüğünden basın güzel düşünülmüş. Zaten İbrahim Müteferrikaya da basmacı derlermiş. Bir zamanların matbuatı bir romanların bir de köşe yazarlarının kavgalarıyla ayakta dururdu galiba. Bu kavgalara da kalem kavgası denirdi. Yine de ben, Ahmet Mithat Efendi dendi mi, gazetenin penceresi önünde oturup, kalem kavgasından hırsını alamayıp kızdığı birini gördüğünde bastonunu kapıp dışarı fırlayan birini anımsıyorum.
Neler geçti bir zamanlar basının merkezi olan Babıaliden: Padişahlık döneminde basının başı belaya girmesin diye bir zamanlar gazeteyi satır satır okuyan sansör denilen sansür memurları, 1960 öncesi sıklaşan ve gazete basılacağı sıra, son anda gelen yayın yasakları. Bu yayın yasağına uyabilmek için sayfa kalıbı değiştirmeye zaman kalmadığından, kalıptan sakıncalı haberleri kazıtıp pencere pencere boş çıkan gazeteler. 12 Mart ve 12 Eylülde sakıncalı konuları işleme konusunda gazetelere uyarılar yollayan basın müşavirleri... Hatta yurtdışındaki bir partinin genel sekreteri için verildiği iddia edilen ve Hürriyeti karıştıran ölüm ilanı...
Eskiden olsa şöyle derdik: Neler geldi neler geçti felekten, un elerken deve geçti elekten...
Neyse gazeteler Çiftetelliye, pardon İkitelliye göçtü de Babıali turistlere kaldı... Basının da adı, Gazeteciler Cemiyetinin, Sendikasının bulunduğu Basın Sarayında kaldı... Devran yine o devran değil... Bir zamanlar gazetelerin tirajını ayarlayan kalem kavgaları artık televizyon ekranlarına bile reyting sağlamıyor. Neden derseniz... Yanıtı bende de yok... Ama bir zamanlar gazetecilerin birbirlerine neler dediğini görmek için elimizde iyi bir kaynak var:
Emin Karacanın Türk Basınında Kalem Kavgaları. Bizim Kitaplar yayımlamış. Yüz elli yıllık bir dönemin, soy sop, namus şeref ne varsa sataşma konusu yapılmış kalem kavgalarının elbette mahkemelerde sonlanmışları da vardır. Kavga konusu ne olursa olsun, üslup sövmeyi gerektiriyor çünkü: Müseccel vatan haini mi dilersiniz, sokak köpeğimi... Menfur hâlâ uluyor mu istersiniz, Edepsiz herifler mi... sefil mahluk sözünü mü beğenirsiniz, baldırı çıplakı, dolandırıcıyı, liboşu mu...
Liboş sözü yeni, demek kavgalar sürüyor derseniz Evet, kavgalar sürüyor da pek rağbet yok. Haşmet Babaoğlunun Mansur Forutan için iki tokat çakacaktımlı yazısını bile Karacanın kitabından öğrendim. Televizyonlarda magazin olmak bir yana radyolara bile düşmedi.
Ya kavga edenler listesi: Arif Oruç-Yunus Nadi, Yunus Nadi-Ahmet Emin Yalman, Hüseyin Cahit, Nadir Nadi, Sabiha Sertel-Necmettin Sadak, Aziz Nesin- Peyami Safa, Aziz Nesin-Çetin Altan...
Necip Fazılın, Nâzımın, Uğur Mumcunun kavgaları da var... Ama kitapta asıl heyecanla okunanlar, diziler gibi birbirine bağlı olanlar. Galiba döneminde merakla izlenmiş bunlar. Günümüzde olsa kumar bile oynanırdı, pardon bahis tutuşulurdu: Aziz Nesini tutanlar... Çetin Altanı tutanlar...
Bu basın kavgaları bir bakıma dönemin siyasal tarihini de özetliyor. Bu kitabı okuyan gençler biraz da araştırma yaparlarsa hem Babıalinin geçmişini hem tarihimizin gölgelerini görebilirler...
Basın basın sen nelere kadir, ne kadar öğreticisin ... Bir de özgür olsan!
Pardon kavga kişileri arasında hiç dönemin başbakanı ve filanca gazetenin yazarı diye bir başlığa rastlamadım... Gelecekte böyle bir bölüm olur mu acaba...
Sennur Sezer