14 Aralık 2008 00:00

erdal’ın idam ipi nerede?


Ciğer acısı kötüdür. Kalbin acıması, beynin acıması, yüreğin acıması bir yana; ciğerin yanması, ağrısı, acısı bambaşkadır. Çaresizlik, yokluk, güçsüzlük, hiçbir şey yapamamayı ifade eder çünkü… Herhangi bir olayı, bütün Marksizm külliyatı ile çözümleyebilir, ideolojinle doğru bir şekilde tartabilir, hayata bakışın ile yorumlayabilirsin. Ama tüm bunlara rağmen; bilmeye, anlamaya, çözümlemeye rağmen o olayları durduramamanın adıdır; ciğer acısı.
Her 13 Aralık sabahı, boğazımızda hissettiğimiz işte budur. Yeni bir gün başlarken, 28 yıldır yine aynı acıyı duyumsarız. Durduramamak bir idamı. Kurtaramamak 17 yaşındaki bir çocuğu. Hiçbir ideoloji ile açıklanamayacak bir katlediliş. Hiçbir bedeli olamayacak bir yokluk, eksiklik.
O kadar ağır olmasaydı kahrolur muyduk, tarih yine bir 13 Aralık’a evrilirken? Utanmıyor muyuz, her 13 Aralık’ta? O idamın, an’larını düşünmüyor muyuz? Bir çocuğu, 17 yaşındaki bir çocuğu, idam sehpasına çıkartan, o ipi taze boynuna geçiren, altındaki sandalyeyi itebilme ahlaksızlığını gösteren, o an’ı sesi çıkmadan izleyebilen süreçten, dünyadan, hayattan utanmıyor muyuz? Ötesi yok! 13 Aralık’ta bir çocuğu öldürdüler. O ölümü izlediler.
Şimdi hangi düşünce, ödeyebilir ki bunun bedelini? Artık ne bastırabilir bu duyguyu? Kaç tane yazı yazılsa da dinecek mi bu öfke? Kaç kişiye anlatsak da azalacak mı bu acı? 12 Eylül namussuz darbesini, bin kere lanetlesek, bitecek mi bu haykırış?
12 Eylül’ü, faşist düzeni, darbecileri bir yana bırakıp, bu dinmez öfkeyi idam ipine yöneltelim şimdi. Birkaç metrelik o kalın ip. İdam ipi. Yani, aslında bütün eşyalar, araçlar gibi insanlığın yararına keşfedilen, üretilen ama o gecelik, bir insanı öldürmeye yarayan bir ipe odaklanalım. Ve bir çocuğun, yediği dayağın acısını çıkarır gibi, o sopayı, o eli, işte o ipi arayalım?
17 yaşındaki çocuğun boynuna geçirilen o ip nerede? Bir edebi cümle olarak değil, gerçekten nerede? Bunun cevabı, politikanın, ideolojinin içinde değil, 17 yaşın erdeminde… 17 yaşındakilere dair anlatılan hikayelerde. Hiç derinlere inmeden, darbecilerin o zamanki öfkesini nasıl çıkarttılarsa Erdal Eren’in boynundan, bugün de öfkelerini çıkarttıkları tam da 17 yaşındaki gençlerde. 17 yaşındaki Kürt gençlerinde.

17…
Köyünün yakılmasına, gözünün önünde yaşlıların dövülmesine, sokak ortasında insanların öldürülmesine dayanamayıp dağa çıkan 17 yaşındaki Batmanlı gençte! Aradan 17 yıl geçmesine rağmen, çok yaşlı annesinin hâlâ yaşamasında! Neden mi? Doktorların 1 haftalık ömür biçtiği o yaşlı kadın, “Oğlum gelecek. Evi satmayacağız. Oğlum gelecek. Bahçesinde düğününü yapacağız. Oğlum gelecek” umuduyla hâlâ nefes alıp veriyor. Bir bayram sabahı, herkes salonda bayramlaşırken, o yaşlı kadın, odada, oğlunun fotoğrafıyla bayramlaşıyor. Ölmeden bekliyor, ölmeden gelsin oğlu diye…
Sonra, iki Diyarbakırlı kardeşin hikayesinde, o lanet olası idam ipi. Dağda, çatışmada. Yaralanan 17 yaşındaki güzeller güzeli kardeşi, önünde can çekişiyor ağabeyinin. Can çekişiyor. Ve ağabeyi, 17 yaşındaki kardeşi can çekişmesin diye vuruyor onu. Can çekişmesin diye öldürüyor…
Silvanlı bir genç kız, 17 yaşında. 1990’larda her yer yakılıp yıkılırken, savaş sesi, yani bombalar, silahlar, çığlıklar eksik değil. Küçücük bir kardeşi var, o düşüncesi uğruna her şeyi yapabilecek 17 yaşındaki genç kızın. Bir gece yine bombalar atılıyor, silahlar patlıyor. O küçücük kardeş, odanın ortasında kendinden geçmişçesine kendi etrafında dönmeye başlıyor. O tertemiz beyni almıyor yaşananları, ölümleri, katliamları ve aklını yitiriyor. Şimdi, aklı tertemiz kalıyor, o küçücük yüreğinde kalıyor, o gecenin, o yaşananlarda kalıyor. 17 yaşındaki genç kız ise büyüyor. Şok geçiren kardeşini gördükçe, öfkesi de büyüyor…
17 yaşından beri seviyorlar birbirlerini, deli divane. Ancak şehirde yaşananlar, izin vermiyor aşkın yaşanmasına. Erkek, sürekli cezaevine giriyor. Tam 17 yıl boyunca aralıklarla cezaevine girip çıkıyor. Kadın bekliyor. Erkeğin döneceği günü bekliyor. Ve erkek, tam 17 yıl sonra dönüyor. “Bitti” diyor her şey, düğün hazırlıklarıyla beraber. Ve kadın, “Hayır” diyor bu sefer. Bitmesinden değil aşkın, ömrün biteceğinden. Hem yaşanamayan aşkın, hem şehirde yaşananların, bedenine yaydığı kanser hastalığından dolayı “Hayır” diyor sevdiğine ve gidiyor…
12 yaşında bir çocuk bilmez mi hayatı? Eğer akrabaları gözünün önünde öldürülüyor, sağ kalanlar ölüme giderse, o 12 yaşında bir çocuk olmuyor artık ve 12 yaşında gerilla oluyor. A, B, C’yi öğrenmeden önce dağı öğreniyor. 17 yaşında ise cezaevine giriyor, otobüse binme, sokakta yürüme, bakkaldan alışveriş yapma, bir kazak alma, ev kiralama, bir parkta oturmanın ne olduğunu bilmeden geçiyor ömrü cezaevinde. İçeriye gelenlere, önce siyaseti sonra sokağı soruyor, “Nasıl yaşıyorsunuz?” diye ve “Dışarı çıktığımda benimle gelir misin?” diye…

İp…
Şimdi, tekrar soralım. İdam ipi nerede? 1980’de 17 yaşındaki Erdal’ın, Erdal Eren’in, Erdalımızın boynuna geçirilen o idam ipi nerede? O idam ipi yalnızca Erdal için mi hazırlanmıştı? 17 yaşındaki diğer gençler nasibini almıyor mu? Halkası genişletilmiş bir şekilde şimdi koca bir coğrafyanın boynunda değil mi o ip?
13 Aralık’ın ciğer acısı dinmez. 13 Aralık, her yılın sabahı duyduğumuz aynı öfke dinmez. Peki ya 14 Aralık? Utanmadan hatırlayacağımız günler, aylar için ne yapıyoruz? 17 yaşındaki gençler, 17 yaşındaki Kürt gençleri için ne yapıyoruz…
Müge Tuzcuoğlu

Evrensel'i Takip Et