18 Ocak 2009 00:00

acılardan konuşmanın bedeli


Ahmet Önal, 1990’ların başından beri, Türkiye’deki baskı rejiminin tabuları ile mücadele eden, farklı kimliklerden insanların farklı görüşlerini ifade etmelerine olanak sağlayarak, yurttaşların okuma ve bilgi edinme özgürlüklerine, insanların yazma özgürlüğüne katkı sunarak, insani ve mesleki yayınlama özgürlüğünü cesaretle hayata geçiren, bunun bedelini de sürekli ödemek zorunda bırakılan cesur bir yayıncı. Türkiye’de Kürtçe ve Zazaca kitap yayınının da öncülerinden.
Bu nedenle meslek örgütü Türkiye Yayıncılar Birliği’nin Düşünce Özgürlüğü ödülü’ne de layık görüldü.
Ermeni soykırımına, Ermeni-Kürt ilişkilerine sansürsüz değinen kitapları, 1992 yılından itibaren yayınlanmaya başladı. Ermeni edebiyatının en gözde kitaplarından biri olan Hraçya Koçar’ın “Özlem”ini, hem Türkçe hem Zazaca hem de Kürtçe olarak yayınladı. Kürtlerin yaşadığı acıları dile getirmekle yetinmedi, diğer halklarla empati kurarak onların acılarını da yayın kapsamına aldı ve evrensel bir perspektif yakaladı, resmi tarih ve ideoloji karşısında. En son çıkardığı kitaplar da bunun örnekleri: Leon Uris’in “Exodus”u, holokost sonrası sağ kalanların vatana dönme sürecindeki acılarını yansıtır. En son yayınladığı Fr. Hyac. Simon’un, Ermeni-Asuri-Keldanilerin 1915’te yaşadıklarına tanıklık eden “Kartal Yuvası Mardin’de Beklenmedik Felaket”adlı kitabını da bu örnekler arasında belirtebiliriz.
İsmail Beşikçi’nin yaşamını Kürt halkına adamasına karşın, kitapları Japonca dahil başka dillere çevrilmesine karşın bu dillerin arasında Kürtçenin olmayışı beni hep şaşırtagelmiştir.
1990’da Kürt sorunu ile ilgili ilk kitapları yayınlayan Ayşe Nur’un hayallerinden biri de Beşikçi’nin ilk Kürtçe çevirisini yayınlamaktı. Neyse, HADEP yöneticilerinden Zeynettin Ünal’ı devlet hapse koydu da, Beşikçi’nin “Kürt Aydının Üzerine Düşünceler”ini (Yurt Yayınları) Kürtçeye tercüme etmeye vakti oldu, biz de “Daxuyaniyen Li Ser Rewşenbıre Kurd” başlığı ile yayınladık.
Yargılandığımız ve mahkum olduğumuz, Mehti Zana’nın “Evina Dile Min” adlı şiir kitabından sonra ikinci Kürtçe yayınımızdı. Şimdi Peri Yayınları sayesinde Beşikçi’nin 2000 sonrası yazılarını ve onunla yapılan röportajları derleyen kitabı Kürtçe olarak yayınlandı: “Zıman-Nasname-Netewe Û NeteweperwerÎ, Dil-Kimlik-Ulus ve Ulusseverlik.” Kitabın arka kapağında İsmail Hoca’dan şu alıntı var ki, TRT’nin Kürtçe TV yayınlarının başladığı şu günlerde daha bir anlam kazanıyor: “Bi zimanê neteweya serdest rizgarî nabe. Ne rast e ku meriv ziman tenê wekî amûreka peywendîyê têbigihê. Ev rastîyek e ku sîstema serdest a tirkî bi rêya ziman belav dibe. Tu bi kîjan zimanî biaxifî, tu yê bi têgehên bingehîn yên wî zimanî bifikirî, tu yê bi mentiqa wî zimanî bifikirî, tu yê li ser hesabê îdeolojîya bingehîn ya wî zimanî bifikirî. Ev yek gelek aşkera ye!..”
Sağ olsun Ahmet Önal bu paragrafı benim için tercüme etti: “Egemen ulus dili ile özgürlük olmaz. Dili sadece iletişim aracı olarak görmek yanlıştır. Şu gerçektir ki, Türk egemen sistemi ideolojisini egemen Türk dili ile yaymaktadır. Hangi dille konuşulursa o dille düşünülür, bütün olgulara o dille bakılır. Ve o ideoloji ile düşünülür. Bu çok açıktır.” Dileğimiz, bu kitabın Türkçesinin de Peri Yayınları tarafından en kısa zamanda yayınlanmasıdır.
İsmet Siverekli’nin yeni çıkan “Kürdistan’da Siyasal İslam” adlı kitabı ise yükselmekte olan İslami hareketin tarihten bu yana uzayan dinamiklerine ışık tutan, son derece önemli bir çalışma. Dursun Evren’in, “Ulusal Demokratik Mücadelede Koçgiri Kürt Aşiretleri” adlı yeni çıkan kitabı ise yine tarihin örtülmüş sayfalarını aralıyor.
Tam da Murat Bardakçı’nın “Talat Paşa’nın Defterleri”ni yayınladığı günlerin öncesinde, Recep Maraşlı’nın “Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı” adlı kitabının yayınlanmış olması çok önemli. Çünkü İttihatçılardan bu yana resmi tarih, 1915 olayından dolayı Ermeni devrimci hareketini sorumlu tutmakta.
****
Peri yayınları’nın yazarlarından Murat Coşkun, “Acının Dili Kadın” adlı kitabından dolayı açılan davanın, gıyabında mahkumiyetle bitmesi sonucu Adana Kürkçüler Cezaevi’nde tutulmakta. O da hakkında verilen mahkumiyet kararını ve bunun kesinleştiğini, Bursa’da bir hüviyet kontrolünde öğrendi. Cezasını tamamladıktan sonra tahliye edilmedi. Çünkü infazı yakılmıştı. İnfaz yakma nedeni: İran’da üç gazetecinin asılarak idam edilmesini protesto eden bir açıklamaya imza atmak!
Ermeni insanına yönelik Vicdani Özür Dilemenin bile soruşturma konusu olabildiği bir ülkede, bu şaşırtıcı değil.
Başka bir ülkedeki idamları kınamayı infaz yakma gerekçesi sayan, gıyapta verilen kararların sanıkların eline geçmesi konusunda duyarlı olmayan ‘hukuk’ adamlarının bolca bulunduğu bir ülkede yaşıyoruz.
“Acının Dili Kadın”, kadınların yaşadıkları acıları yansıtmayı dert edinen öykülerden oluşan bir kitap.
Bu kitapta, Tunceli’de kendi bedenini Vietnam’ın Budist rahipleri gibi ateşe veren Zilan’ı konu alan “Yüreğinin Çığlığı ile O, Sel Gibi Coşan bir İsyandı” başlıklı öykü (sayfa 41-68), ne hikaye imiş ki, kaç mahkemede kaç yargılamaya konu oldu; 2002 yılından bu yana ve Yargıtay labirentlerinde kayboldu sanılırken, gıyabi bir karar ile yazarını ve yayıncısını birkaç defa hamkum ettirdi.
“Acının Dili Kadın” adlı kitap nedeniyle yazar Murat Coşkun ve yayıncısı hakkında açılan davaların öyküsü ise başlı başına bir yazı konusu.
Hukuk(suzluk) tarihine geçecek ‘örnek’ davalar arasında yer alabilir kesinlikle...
İsterseniz bunu da bir başka yazıda ele alalım. Ama siz ona bir kart atmayı ihmal etmeyin lütfen:
Murat Coşkun/ Kürkçüler Cezaevi/ A-25/ Adana

sevdasının dili
“Acının Dili Kadın” kitabının yazarı Murat Coşkun, kitabı/yazdığı düşünceleri nedeniyle, ACILI BİR YARGI SÜRECİ sonucu tutuklandı ve Adana Kürkçüler Cezaevi’ne kondu!
Ocak 2002 yılında, Pêrî Yayınları tarafından yayımlanan kitap hakkında; İstanbul 4 No’lu DGM tarafından “halkı birbirine karşı kışkırttığı, kin ve nefret yaydığı” iddiası ile TCK’nın 312. maddesine muhalefetten dava açıldı.
Bu davadan iki ay sonra da Beyoğlu 2. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından, “güvenlik güçlerine hakaret ettiği” gerekçesiyle TCK. 159. maddesine muhalefetten aynı içerikteki sözlerden dolayı bir dava daha açıldı.
Süren iki davadan da, yazar Murat Coşkun ve yayıncı olarak ben (Ahmet Önal), TCK. 159 ve 312. maddelerine muhalefet ettiğimiz gerekçesi ile iki ayrı mahkemede yargılanıyorduk.
Yazar Murat Coşkun, bu davalar başladığı zaman bir başka siyasi davadan Adana Ceyhan Cezaevi’nde tutuklu olduğu için duruşmalara istemi olmasına rağmen getirilmedi. Ancak bir defaya mahsus, Adana’da Murat Coşkun’un talimatla ifadesi alınabildi.
Bir senelik yargılama süresinden sonra, İstanbul 4. No’lu DGM davayı karara bağladı ve her birimizi ayrı ayrı olarak bir yıl sekiz ay hapis cezasına çarptı. Cezayı para cezasına çevirdi. İtiraz edip davayı temiz etmek üzere Yargıtay’a gönderdik.
Bu sürede Beyoğlu 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen dava da karara bağlandı. Bu davadan da her birimiz bir yıl, altı ay hapis cezasına çarptırıldık. Bu ceza da para cezasına çevrildi. İtiraz ettik, davayı temyiz etmek üzere Yargıtay’a gönderdik.
Bu süreçte, Türk ceza yasası’nda rakam değişiklikleri (312’nin 216, 159’un 301 olması gibi) olunca, yargıtayda bekleyen davaların dosyaları, “yargılamanın yeniden yapılması” için yerel mahkemeye iade edildi.
Aynı süreçte DGM’ler sözde kaldırıldı ve orada görülen davalar “Özel Ağır Ceza Mahkemeleri”ne devir oldu. Bizim de eski 312, şimdiki 216. maddeden yargılandığımız dosya, 4. Nolu DGM’den İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi.
Burada duruşmalar başlamadan, 216. maddeden yargılananlar, “örgütlü terör suçları kapsamına girmediği gerekçesiyle, bu davaların Asliye Ceza Mahkemelerinde görülmesi gerektiğine” karar verildi. Bu nedenle bu dosyamız da Beyoğlu 2. Asliye ceza Mahkemesi’ne gönderildi ve orada ikimizin (ben Ahmet Önal ve Murat Coşkun) aynı kitap ve aynı cümlelerden, ama iki ayrı dava, iki ayrı dosyadan yargılanması sürdürüldü.
Bu arada hangi mantık, hangi yasal gerekçe ile olduğunu anlayamadığımız ve akıl erdiremediğimiz bir halde; Murat Coşkun hakkında, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi, talimatla ifadesinin alınması için dosyada adresi olan Ceyhan/Adana E Tipi Cezaevi’nde başka bir siyasi davadan tutuklu bulunan Murat Coşkun’un savunmasına başvurulmak üzere yazı yazar. Ancak “Yeni İnfaz Kanunu’ndaki değişiklik”ten dolayı Murat Coşkun oradan serbest bırakılmış olduğundan, savunması alınmamış olur. Dosyası yeniden İstanbul 12. Ağır Ceza’ya gelir. Ve böylece adeta Nasrettin hoca’nın “tencere doğurdu” hikayesindeki gibi, Murat Coşkun’un TCK. 312’den başlayan ve 216. maddeye intikal eden davasının Beyoğlu 2. Asliye Ceza’da görülmesi gerektiği kararı unutulmuş, ortada 216. maddedeki davalar Asliye Ceza Mahkemelerine devir olunmuşken; yazarımız Murat Coşkun’un, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, üçüncü bir dava dosyasında da sanık, aile, yayıncı ve avukattan habersiz yargılanması sürdürülür.
Tabii yazar Murat Coşkun, başka bir siyasi davadan dolayı tutuklu bulunduğu Adana E tipi Cezaevi’nden infaz yasasından yararlanıp serbest bırakılırken de cezanın hesaplanmasında bir azizlik olur. 16 yıl hapis cezası alan Murat Coşkun, serbest bırakılırken “daha üç yıl yatması gerekir” diye yeniden aranmaya konulur.
Ancak Murat Coşkun varıp bu cezayı yatmak istemez. Kaçak yaşar. Bir süre sonra Bursa’da yakalanır. Hesaplanan cezanın da “üç yıl değil, dört ay olduğu” tespit edilir. Murat Coşkun dört aylık cezayı yatıp yeniden serbest bırakılır.
Bütün bunları yaşayan Murat Coşkun, kitabı hakkında açılan (üç dosyalı) davalarından bihaberdir ve takip edemez olur.
Beyoğlu 2. Asliye Ceza Mahkemesi, “duruşmalara gelmediği gerekçesiyle” ifadesinin alınması için Murat Coşkun hakkında üç yıldan beridir tutuklama kararı çıkarmıştır. Daha sonra devletin elinde; Bursa cezaevi’nde olan Murat Coşkun, devlet tarafından bir türlü bulunup ifadesi alınamaz olur.
Tabii İstanbul 12. Ağır Ceza mahkemesi de talimatla almak istediği ifadeyi bir türlü alamaz olunca, hiçbir yasal prosedür göz önünde bulundurulmaksızın, Murat Coşkun’a “basar cezayı” ve “Murat Coşkun, TCK. 216. maddeyi ihlal etti” diye 12 ay, 15 gün hapis cezasına çarptırılır. Artık devleti bu kadar peşinde koşturan birinin devlet hakkında “sağlıklı düşünmesi mümkün olamaz”, ‘kin ve nefretle’ cezası para cezasına da çevrilmez. Böylece kitabın iki tane olan 216’lık davasından biri, yani 12 Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki 216’lık davası sonuçlanmış olur.
Kaldı Beyoğlu 2. Asliye Ceza Mahkemesi’ndeki iki (biri TCK. 216 ve biri de TCK. 301) dosyaları.
Beyoğlu 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargılandığım sırada Murat Coşkun’un bulunup ifadesinin alınmaması üzerine, daha az zamanımın harcanması ve iki dosyada da isnat edilen suçun mahiyetlerinin aynı olması nedeniyle iki dosyanın birleştirilmesi, bu mümkün değilse iki maddenin (301 ve 216) birlikte mutalaa edilmesi talebinde bulundum. Talebim mahkeme tarafından kabul edildi ve “iki dosya birlikte görülsün”e karar verildi.
Yani ben ve yazarımız Murat Coşkun, birlikte “Acının Dili Kadın” kitabını kamuya sunduğumuz gerekçesi ile TCK. 216 ve 301. maddeye muhalefet ettiğimiz iddiasıyla, Beyoğlu 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargılanıyorken ve 301. maddedeki son değişiklikten dolayı 02-07-2008 tarihinde görülen duruşmada “Acının Dili kadın” kitabına dair dosyalarımız Adalet Bakanlığı’ndan “yargılanmanın sürdürülmesi için izin alınması” gerekliliği için gönderilmişken, adeta ‘piyangodan’ çıkar gibi yazarımız Murat Coşkun’a İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nden verilen “cezanın infazı” için düğmeye basılır ve Murat Coşkun, Adana’da ikamet ettiği ailesinin yanından alınıp Kürkçüler Cezaevi’ne konulur.
Adeta akıllara durgunluk veren, açıkça usulsüz “Acının Dili Kadın” kitabının yayıncısı ve yazarının yargılanması/yargılamalarının hukuk adına acılı bir hal aldığını, hiçbir akliselimin görmemesi mümkün değil, bu yargılama sürecini delilere anlatsan, deliler bile bu yargılamaya gülecek durumda kalır.
Hangi prosedür ile olursa olsun, “Acının Dili Kadın” kitabının yazarı Murat Coşkun’un yazdıklarından dolayı yargılanması, mahkum edilmesi ve infaza tabi tutulması, Türkiye’nin düşünce özgürlüğü konusunda aldığı mesafenin göstergesi ve antidemokratik karekterinin sonucudur. Bu tutuklamalar, yetkililerin “Türkiye’de düşüncelerinden dolayı cezaevlerinde kimse yoktur!” sözlerinin de yalan olduğunun tescilidir.
Türkiye bu yıl Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’na “misafir ülke” olarak davet edilmiştir. Farklı düşünceleri, kimlikleri ve renkleri taşıyıp Türkiye’nin ‘farklılıklara ne kadar önem verdiğinin mesajını vermeye hazırlandığı’nı ifade etmektedirler. Ama bu tutuklamalar, bu faşist hezeyandan kurtulamadan, Türkiye’nin olmayan aydınlık yüzünü dünyaya göstermesi zordur. Bunca yapılanlardan sonra Türkiye, misafir olmaya ehil bir ülke olduğunu değil, olmadığını göstermektedir.
Bu çağda düşüncelerinden dolayı insanları yargılamak, cezayı müeyide ve infazlara tabi tutmak ayıptır, çirkindir, diktatörlüktür, faşizmdir.
Kamuoyunun; Murat Coşkun, Mahmut Alınak ve diğer düşüncelerini yazdığı, söylediği için cezayi müeyidelere maruz bırakılan insanlarımızla dayanışma göstermesi dileğiyle.
Murat Coşkun’un tutuklanması vesilesiyle düşünceye kelepçe vuran zihniyeti lanetliyorum, kınıyorum.
Murat Coşkun, Mahmut Alınak ve diğer 30’a yakın tutuklu, basın yayın emekçisi ya da görüşlerini ifade ettikleri için soruşturmaya uğrayanlar; hatta ne içerikte olursa olsun, düşüncelerini yazıya döken ya da konuşma özgürlüğünü kulandıkları için tutsak olanlara, zaman geçirmeksizin özgürlük istiyoruz. Demokrasinin herkes için tesis edilmesini istiyoruz. Demokratik kamuoyunun gerekli dayanışmayı göstermesini diliyorum. Türkiye’nin de bu ayıplı uygulamalardan kurtulmasını istiyorum!
23-08-2008
Ahmet ÖNAL (Pêrî Yayınları sahibi)
Ragıp Zarakolu

Evrensel'i Takip Et