25 Ocak 2009 00:00
NOT
Kahramanları intihar eden bir millet ayakta duramaz; intihar eden Kırca değil, milli devlettir...!
Kahramanları intihar eden bir millet ayakta duramaz; intihar eden Kırca değil, milli devlettir...!
Ergenekon davasının solcusu Perinçek, emekli Jitemci Abdülkerim Kırcanın ölümüne ilişkin söylüyor bunları. Bu sözler, Perinçekin Aydınlıkçı solculuğunun hangi karanlık kıyılarda demirlediğinin bir kez daha teyidi oluyor ama konumuz bu değil...
Kırcanın malum kahramanlıklarını bir zamanlar emrinde çalışan Abdulkadir Aygandan öğreniyoruz ama Aygan sözde itirafçı imiş meğer. İtirafları makbul değilmiş yani!
Öğreniyoruz ki, kahramanlıklarını eşine bile anlatmamış Kırca. Ardından ağlayan eşi mücadelesinden hiç bahsetmedi, kimseye söylemedi... diyordu. Ketumluğu, sözkonusu mücadelenin iç yüzüne ilişkin ipuçları barındırsa da onun madalyalı devlet kahramanlıkları devlet sırrı kapsamındadır. (Aygan da devlet sırlarına şöyle ucundan dokunduğu için sözde itirafçı oluverdi bir anda...) İşte devlet sırrının başladığı yerde ise Kontrgerilla ya da Ergenekon başlamaktadır.
Ardından Sırlarıyla gitti diye manşet atılan Jitem şefinin cenazesinde tam tekmil selam duranlar, Kırcanın, bizce ayan beyan, sırlarına ortaktılar. Perinçek, tongaya düşmüşlüğün çelişik ruh haliyle sitem edip Kırca için (aslında kendisi için!) ağlaya dursun; devletin çelik çekirdeği, bu kahramanına sahip çıkarken, onun sır denilen icraatlarına da sahip çıkmış oldu. (Kırca için, yargısız infaz yapıldı bile diyebildiler. Ne ironi ama; yargısız infaz yapmakla görevli biri için söyleniyor bu. Ve kaldı ki Kırcanın yargılanması için tam 16 yıldır süren ve fakat uygun mahkeme bulamayan(!) bir dava var. Yargılanmasına izin verdiniz mi ki yargısız infazdan bahsediyorsunuz diye sormak gerekiyor herhalde!)
Cenaze, askeri merkezin Ergenekon davasına ilişkin koordinatlarına dair kuvvetli bir mesaj içeriyordu; Fıratın ötesine geçilmemeli, Kürt sorununa ilişkin mazi karıştırılmamalı, icra edilmiş görevler kapsam dışı bırakılmalıdır. Yani, devlet sırrı kuralına tam riayet!
Şimdi, bu kararlı tavır, rutin bir protokol şeklinde değerlendirilebilir mi? Hayır, bir kaygı ve rahatsızlığa işarettir. Ergenekon davası, bu haliyle bile, yani esas olarak iktidar klikleri arasında, uzlaşma ve çelişkilerle içiçe bir kapışma halinde seyrederken bile, birilerini kaygılandırabiliyor. Kırmızı çizgili Kürt sorununa dair kırmızı çizgili politikaların sonucu olan o insanlık dışı bilançonun ucundan eşelenmesi olasılığı bile tüyleri diken diken edebiliyor. Ve bu, boş bir kaygı da değildir. Bakın, emekli tuğgeneral Levent Ersöz yakalanır yakalanmaz bölgedeki icraatları ve Silopi kayıpları hatırlandı. Kayda değer bir toplumsal baskıdan söz edemeyeceğimiz bu koşullarda bile Jitem, faili meçhuller, Botaş kuyuları, Silopi mezarlığı tartışılmaya başlanmışsa, birilerinin, Fıratın ötesine geçme ihtimalini hissederek set çekmek istemesi oldukça anlaşılırdır.
Bu set çekme gayreti bir başka şeyi de gösteriyor ne yazık ki. Kabul etmek gerekir ki, en azından askeri merkez, bu süreci, bazı solcular kadar dingin, sakin ve sadece izlemekle yetinmiyor! Her bir izleyici solcunun ayrı gerekçeleri var: Büyük fotoğrafı görmek lazım; Cumhuriyet ABD tarafından yeniden dizayn ediliyor, AKP derin devletini yaratıyor vb... denilerek, yaklaşık 18 bin faili meçhul bir kalemde ayrıntı yapılabiliyor ve ekleniyor: hiç sanmıyoruz ama, bu arada faili meçhuller açığa çıkarılırsa iyi olur tabii!
Kontrgerilla icraatları bu kadar konuşulur, tartışılırken, bazı liberal kalemler Kürt bölgesindeki icraatların davaya bağlanmasını savunmaya başlamışken, eski MİTçi Mahir Kaynak bile 15 bin faili meçhul yapıldı. Bunlar bilinsin, bir daha yapılmasın ama ortaya çıkarılmasın, devlet için iyi olmaz... derken, solcu-devrimcinin açığa çıkarılırsa iyi olur demekle yetinmesi, ya da sadece süreci izlemesi ne garip bir devrimci esneklik halidir acaba? Şu sıralayacağımız birkaç somut, yalın soruyu es geçen, önemsemeyen bir esneklik olabilir elbette ama bunun devrimcilik ile bağını kurmak zor olsa gerektir:
Ergenekon soruşturmasıyla emek ve demokrasi mücadelesi adına ne kaybedilmiştir? Öncesinde, Özel Harp Dairesi, kontrgerilla bu ölçüde tartışılıyor muydu? Devrimciler ve Kürtler dışında Jitemi tartışan var mıydı, bugünkü kadar gündem olabiliyor muydu? İbrahim Şahinin silinen hafızasıyla birlikte Susurluk da silinmemiş miydi hafızalardan? Danıştay saldırısının, Cumhuriyet gazetesinin bombalanmasının Ergenekon ile bağının açığa çıkması önemsiz midir? Malatyadaki Hristiyan gençlerin boğazlanmasının bu davayla ilişkileniyor olmasının hiç mi anlamı yoktur? Aydınları mahkeme önlerinde tehdit ve taciz eden ırkçı cengaverlere, şoven linçci organizasyonların, sergi, konferans baskınlarının değişmez simalarına dokunulmuş olması, bizim üzüleceğimiz bir şey midir? Sağda solda fışkıran silahlar, malzemeler nasıl bir karanlık ilişkiler ağı içerisinde olunduğunu daha bir görünür kılmıyor mu? Alevi önderlerine ilişkin suikast planının ortaya dökülüşü kötü mü oldu? 1993te Licede, 1995te ise Mardinde PKK öldürdü denilen Tuğgeneral Bahtiyar Aydın ile Albay Rıdvan Özden dosyalarının Ergenekon davasına yönlendirilmeleri hiç mi önemsenmemelidir? Asla dokunulmaz denilen derin isimlerin tutuklanmaları ya da en azından karakolluk olmaları, hayatlarındaki en uzak olasılıkla karşılaşmaları, en azından keyif verici değil midir?!...
Evet, hedefinde asla demokrasi kaygısı olmayan bir kapışmada ortalığa dökülmüş bütün bu verileri yeterince önemsemeyen ve buradan hareketle süreci zorlamayı görev bellemeyen bir solculuğun Baykalcı Ergenekonculukla fikri olmasa da fiili olarak sınırlarını ayırması güçleşebilmektedir. Davanın derinleştirilmesini dert edinmeyen her tutumun ise AKPye yarayacağı açıktır.
Başka şeyleri bırakalım bir kenara; AKPnin demokrasi oyununu zorlamak mı istiyorsunuz?
İşte Botaş kuyuları, işte Silopideki kimsesizler mezarlığı...
Kanıtlar oradadır; Fıratın ötesinde...
Hem Ergenekonun kanıtları ve hem de gerçek devrimci-demokratik duyarlılığın kanıtları...
Vedat İlbeyoğlu