02 Şubat 2009 00:00
BAYKUŞ
Sözde işkencede öldürüldüğü iddia edilen Süleyman Yeterin özde işkencede öldürüldüğü, sözde inkara rağmen geçen haftalarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararı ile kabul edilmiş oldu.
Sözde işkencede öldürüldüğü iddia edilen Süleyman Yeterin özde işkencede öldürüldüğü, sözde inkara rağmen geçen haftalarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararı ile kabul edilmiş oldu. Ödediğimiz vergiler; gene yalan söyleyen üst düzey devlet memurları ile onların emrinde işkence yapmaya devam eden kolluk görevlilerinin suçlarının bedelini ödemekte kullanılacak. İşledikleri suçların bedelini ödemek zorunda kalmayan, bu suçları bizlerin sırtına yükleyen amirler ve emre itaat edenler de, emir komuta zincirini parlatmayı sürdürecek, sürdürüyor. Süleyman Yeterin sözde işkencede öldürüldüğü ifadesinin sahibi bugün Baroya kayıtlı avukat olarak görev yapmaktadır.
Sözde ifadesi ne zaman gündelik dilimizin içinde yer edindi, tam olarak anımsayamıyorum. Sanırım münferit ile yer değiştirdi. İşkencenin tümden inkar edildiği dönemlerin ardından, her işkence münferit olmaya başlamıştı. Galiba 80 sonları, 90 başlarıydı. Sistematik olarak işkence uygulandığını, yöntemler, yaygınlık ve cezasızlık üzerine bilimsel verileri ile ortaya koyan insan hakları örgütlerinin bu verileri halı altına sığmayıp kabarık durmaya başlayınca bu sözcük de amir hüküm haline gelmişti. Türkiyenin Avrupa Birliği macerası da, mahçup bir edayla da olsa, işkence olgusunun kabulünü gerektirmişti. Maceranın tadında bırakılmasını düşünmeye başladıktan sonraya denk geliyor sanki bu sözde ifadesi de.
Bu sözcük, bilimsel bilginin yok sayılması anlamına geliyor. Son zamanlarda çok yaygın olarak kullanıma sokulduğunu, her açıklamada yer aldığını görüyoruz. Bir yanılsama duygusu yaratılıyor. Evlerimizin rehavetinden izlemekte olduğumuz, gerçeklik duygusunu aşındıran süreç de bu yanılsamayı derinleştiriyor. Topluca izleyici koltuklarına oturmuş, bir korku filmi izler gibi izliyoruz olanları. Sözde işkence, sözde itirafçı, sözde yargısız infazlar Oysa en basitinden, tıp biliminin olanakları ile otopsi bulguları, açılan mezarlardan alınan örnekler, DNA incelemeleri, laboratuar sonuçları başka bir öykü anlatıyor. Söz, öze dönüşüyor, öz sınanabilir ve yinelenebilir bir gerçek oluyor.
Bilimin inkarına inat; Cumartesi Anneleri Ölüm kuyuları, asit kuyuları, toplu mezarlar açılsın. Veli Küçükün Sapanca üçgeninde çok insan öldürdüğü bilgisi doğrudur. Behçet Cantürkten Rıdvan Karakoça, Hayrettin Erene insanlar bu üçgende öldürüldüler. Ölü bedenleri yetmez. Failler yargılanmalı. diyerek yeniden Galatasaraya çıktılar. Beş yıl boyunca, 1995-1999 yıllarında her Cumartesi saat 12:00de Kayıplar son bulsun, kayıpların akıbeti açıklansın, kaybedenler bulunsun ve yargılansın talebiyle Galatasaray lisesi önünde oturan Cumartesi Anneleri protestolarının son yedi ayında her Cumartesi güvenlik güçlerinin engellemeleri ve saldırılarıyla karşılaşmış ve genellikle en az Cumartesi gecelerini gözaltında geçirmek zorunda kalmışlardı. Cumartesi oturmaları, Emine Ocakın oğlu Hasan Ocakın 21 Mart 1995te gözaltına alınması ve 55 gün sonra işkenceyle öldürülmüş bedeninin Kimsesizler mezarlığında bulunmasıyla başlamıştı. Yeniden, tüm yanılsamaları ortadan kaldıracak gerçeklerle, izleyici olmaya son vermenin çağrısını yapıyor Cumartesi Anneleri. Bilimsel gerçekleri savunuyorlar.
Sözcükler ile bilimi alt etme davranışı, insanlık tarihi boyunca bilime yönelik tutumda çok belirgin bir yere sahiptir. Tüm çabaya rağmen, bilim her durumda dayanaktan yoksun sözcükleri silip atmıştır. Elias Canetti Kitle ve İktidar isimli kitabında, emir verenin hissettiği geri tepmenin, birikerek emir verme kaygısını oluşturduğundan söz etmekte, otoritenin gerçek kaynağına yaklaştıkça kaygının arttığından söz etmektedir. Sözde ifadesinin bu denli sık kullanılmaya başlaması da, bir kaygının izlerini taşımaktadır. Emir verenin kaygısının izlerini
Şebnem Korur Fincancı