5 Şubat 2009 00:00

MERCEK


Sistem partilerinin en önemli özelliklerinden biri de, halk kitlelerinin “inançları, kimlikleri, gelenekleri” üzerinden politika yapmalarıdır. Bu inançlar, gelenekler ve “kimlikler” ile oynar, onları istismar ederler. Türkiye burjuva politikasının en önemli istismar malzemeleri arasında “Türklük” ve “Müslümanlık” başta gelir. Sistem partilerinin temel kaygıları, bağlandıkları düzenin sürdürülmesidir. Aralarında programatik farklılıkların en fazla azaldığı durumlarda dahi, yurttaşların karşısına birbirleriyle “çok farklı partiler” olarak çıkar, dini inançlar, gelenekler, ulusal kimlikler vb. üzerinden bir tür danışıklı dövüş sürdürürler. “Kavga” konuları arasında “kimin daha fazla Türkçü”, “kimin daha fazla Müslüman”, “kimin daha fazla laik” olduğu önemli yer tutar. “Türkiye’nin iç ve dış düşmanları” söylemi, propagandalarının merkezi unsurlarından birini oluşturur.
Sovyetler Birliği’ne ve “komünizm”e düşmanlık tüm sermaye partilerinin uzun on yıllar boyu sarıldıkları silahlardan biri oldu. Buna, “bölücülük” söylemi ve Kürt düşmanlığı, Yunan-Rum-Ermeni düşmanlığı eşlik etti. Bu konularda hangi parti ve yönetimi daha azgın bir tutum sergiler ve çalışma yürütürse, o “daha fazla Türkçü”, “daha fazla Müslüman” sayıldı ya da öyle gösterildi. Halk kitlelerini inançlar, gelenekler üzerinden bölerek yönetme politikasının malzemelerinden bir diğeri, Cumhuriyetin kuruluşundan buna sürdürülen “laiklik-şeriatçılık çatışması” oldu. Halen çeşitli şekillerde sürdürülüyor. Devletin dini inançlara müdahalesi ve bir devlet dini (Sünni İslam) dayatması, onu, kurumlarını ve on binlerce görevlisi/memuru-yöneticisi olan bir aygıt şeklinde inşası, tüm sermaye partileri için dokunulmaz olmaya devam ediyor. Kürtlere ve Türkiye’de yaşayan çeşitli öteki milliyetlerden emekçilere ya da komşu ülkelerin halklarına karşı şoven, gerici ve hatta düşmanca bir politika, hemen tüm sermaye partisinin politik-ideolojik malzemeleri arasında yer alıyor. Daha çok şey sayılabilir, ama bu kadarı da, A. Hakan’ın sözünü ettiği “inançlar, kimlikler, sınıflar, ideolojiler” üzerinden kavganın bittiği iddiasını çürütmeye yeter.
“Karanlık Melih” ile “Aydınlık Murat” ya da “Gerici Kadir” ile “İlerici Kemal” arasındaki kavga, hiç kuşku yok ki işçilerle kapitalistler; emek-sermaye çatışmasının herhangi biçimine denk düşmüyor. Onların aralarındaki sorun ve kavga, farklı toplumsal sistemlerden, farklı toplumsal sınıflardan ve çıkarlarından yana olmanın kaynaklık ettiği bir kavga değil.(*)
Aralarındaki “mücadele”de, bu mücadele sayıldığı oranda özellikle birinciler açısından “kimlikler ve inançlar”ın istismarının önemli bir yer tuttuğu ise bir gerçektir. Gökçek’in “geleneksel Kürt düşmanlığı”nı, Alevi, Ermeni-Rum-Yahudi karşıtlığını kimse inkar edemez; AKP ve politikalarının ortaçağcıl değerlere oturan özelliklerinin varlığına kimse itiraz edemez!
Düzen partileri ve onların politikacıları arasındaki “kavgalar”, söylemdeki sertliğine karşın, açıktır ki kapitalist düzeni ve değerlerini esas alırlar. Onların sosyal ekonomik programlarının, tüm nüans farklılıklarına ve halkın taleplerinin istismarını esas almalarına karşın, sistemin korunması ve sürdürülmesini esas alması, bunun en açık ve kesin göstergesidir. Kapitalizmin savunucuları arasında, doğrudan doğruya burjuvazinin temsilcisi olduğunu ilan ederek ve “ben sermayenin çıkarlarını temsil ediyorum” diyerek, halk kitlelerinin karşısına çıkan ya yoktur ya da pervasızlığı ele almış olanları -Özal bunlardan biri idi- kadar azdır. Eğer temsil ettikleri sömürücü sınıflar adına açık açık meydana çıksalardı ve burjuvazinin sınıf egemenliğinin politik askeri aygıtı bir sınıfın hakimiyet aracı olarak kendini ilan etseydi, sömürü sistemi bu kadar uzun ömürlü olmaz, çelişkiler daha net olarak görülür, kapitalist ülkelerde ve kapitalist bir ülke olan Türkiye’de, işçi sınıfı ve kent ve kırın emekçileri, bu burjuva-kapitalist politika ve partilere karşı daha etkin bir mücadelenin gereğine daha erken uyanabilirlerdi. Ama o zaman da burjuva politikası, ikiyüzlülüğünden sıyrılmış olurdu ki bu, çok istisna durumlar hariç pek mümkün değildir.
AKP, CHP, MHP gibi partilerin aralarındaki “mücadele”de, “kimlik, inanç, sınıf, ideoloji sorunlarının esası oluşturmadığı” vurgusu, tüm bu nedenlerle, “içeriden çok dışarıyı” gözetmekte; burjuvazi ve onun çeşitli temsilcileri arasındaki kavganın “bel kemiksizliğini” değil, işçi sınıfı ve emekçilerle sermaye güçleri, kurum ve aygıtları arasındaki sınıf mücadelesinin üzerini örtmeyi esas almaktadır. Aynı neden, işçi sınıfı ve tüm emekçilerin safında ve yanında olanlar ve olduğunu söyleyenler için, tüm bu konularda netliğin, bulanıklıktan uzak görüş netliğinin önemini ortaya koyar. Sermayeye, burjuvaziye, iş birlikçi gerici sınıf ve güçlere, burjuvazinin hakimiyet aygıtına, onun kurumlarına, emperyalizme karşı net bir sınıf tutumuyla konuşmaya-yazmaya ve durmaya ihtiyacın can alıcı hassasiyetini bir zorunluluk olarak öne çıkarır.

(*) Hakan’ın sözünü ettiği eğer bu ise bu doğrudur, ancak Hakan buradan hareketle, daha genel ve doğru olmayan sonuçlara varmaktadır.
A. Cihan Soylu

Evrensel'i Takip Et