15 Şubat 2009 01:00

Yok mu benim öykümü yazacak?


Kırk kadındılar Düzce’de “alay”a götürülen. Aralarından biri de hamileydi. Bırakıldıklarında bu gözaltı/tutuklama her ne derseniz deyin kınama nedeni oldu, başlarına kakıldı Düzce sokaklarında: “Sen ne yüzle dolaşıyorsun?” Suçları, “çalıştıkları fabrikada sendikalı olmak, sendika örgütlenmesine öncülük etmek, işten atılınca direnişe geçmek” diye sıralanabilir. Kısacası “sekiz saat çalışmak, sekiz saat yaşamak, sekiz saat uyumak” istiyorlardı. Onlarla tanıştım tanışalı da sevgili Şükran Kurdakul’un dizeleri takıldı dilime: “Yok mu benim şiirimi yazacak/ .../Hangi kavgada kanadığı bilinen/Yorgun ellerimi, yüreğimi yazacak.”
Şükran Kurdakul’un şiirini yazamadık. Bir düşünce savaşımcısı olduğu kadar bir şair, bir edebiyat tarihçisi, kendinden genç tüm kuşakların ağabeyiydi, o. Şiirini yazmak kolay mı? Ama onun şiirini, öyküsünü yazmak isteyeceği, isteyeceği ne kelime, mutlaka yazacağı emekçiler yüzünden dilime takıldı bu dizeler; DESA direnişçileri yüzünden. Bu direnişçilerin simgesi benim için uzun süre Emine Aslan’dı. Onu yazmaya çağırdım televizyondaki konuşmamda yazarlarımızı: “Emine Aslan’ın öyküsü yazılmalı. Onun Sefaköy’de şehir dışının her türlü sataşmaya açık koşullarında yol kıyısında dikilişinin ürpertisi, edebiyata aktarılmalı. Bu ürpertiyi belki de bir kadın yazar duyurabilir en iyi biçimde. Gecikmemek gerek!”
Emine Aslan’ı bir iki kez görmüştüm, DESA mağazaları önündeki eylemlerde. Elinde bir demet çiçek... Belki de ilk kez bir buket verilmişti ona. Solmaya başlamış, boyunlarını bükmüş çiçekleri elinde öyle bir gururla tutuyordu ki... O demetin gerçek anlamını biz de duyuyorduk. Kadın platformunun renk kalabalığı içinde grev önlüğüyle bir başına gibiydi. O yüzden mi gırtlağımız yırtılırcasına bağırıyorduk: “Emine Aslan yalnız değildir!..”
Hayır, zaten yalnız değildi. Daha önce Antalya serbest bölge’deki kadınlar aşmışlardı o zor yolu. Şimdi de dünyanın en pahalı deri eşyalarını yapan bir fabrikanın dar çevredeki işçileri, sınıf bilincinin sınavını veriyorlardı. Özellikle kadınlar... Başlarını örttüklerinde “köylü Kezban” diye aşağılanan, başlarını açıp etek giydiklerinde “aranıyor” diye sataşılanlar. Sendika isteyince evlileri “sen evinde otur, kocan sana baksın”, bekarları “kız başına ayıp değil mi!” diye kınanıp azarlananlar. İzne sayılıp parası ödenmeyen zorunlu mesailere karşı çıkan ilk grup onların arasından çıkmıştı. Ayın elamanı seçilmişken baş kaldırınca yeterli üretimi yapamamaktan (performans düşüklüğünden) işten atılanlar da. Elbet insandılar. Toplumumuzda kadın olmanın anlamını biliyorlardı. Bu yüzden korkuyorlardı da: “Başlangıçta bayılma korkusu vardı, bayılırsam başıma bir şeyler gelir korkusu çok vardı bende. Aştım bunu.” Korkularını aşmak kolay değil, kendini topluma ifade etmek de “Ramazan ayında tüm Kuran okuma toplantılarına gittim, günde beş toplantıya gittiğim oluyordu. Kuran okunuyor, sohbetlerde hemen konuşmaya başlıyordum.” Kınayan da olmuş, dinleyip hak veren de. İşte “alaya götürülme olayı” o arada gerçekleşmiş, sözü birbirlerinin ağzından alarak anlatıyorlar: “Yani bu süreçte bizi askeriyeye kapattılar, çok kötü olduk. Dilek hamile, gururumuza dokundu, 40 kişiyi götürdüler.(...) Bu işten vazgeçmemiz için alaya götürdüler bizi. Karakola sürekli gidiyorduk ama alaya gitmemiştik, oraya bile götürüldük. Küçücük bir odaya kapatıldık.(...) Bütün gece ağladım. Düzce’de dolaşırken ‘sen ne yüzle dolaşıyorsun’ diyorlar. ‘Ben bir şey yapmıyorum, benim yaptığım ekmek savaşı. Hırsızlık, yolsuzluk yapmadım, emek savaşı yaptım, bu savaş artık benim savaşım olmaktan da çıktı’ diyorum.”
Petrol-İş Kadın Dergisi’nde Necla Akgökçe’nin yaptığı konuşmayı okurken, Birleşik Metal’in Sinter’deki direnişinden fotoğraflar düşüyor aklıma. Karın altında ışıl ışıl yüzlerin arasındaki pırıl pırıl güleç kadın gözleri... Yineliyorum: “yok mu benim şiirimi, öykümü yazacak?”
Maksat Muhabbet - Sennur Sezer

Evrensel'i Takip Et