01 Mart 2009 00:00

Selim Erdoğan Televizyonda kim ne gösteriyorsa onu satıyordur

Sanat için televizyonu kullanamazsın çünkü sanat muhalif olmak zorunda ve o sistem muhalefeti zaten kabul etmez ki. Salı pazarında nasılsa televizyonda da öyledir.

Paylaş

Selim Erdoğan yeni filmi “Umut”ta oğlunun hayatı için yapılmayacak bir şeyi yapması istenen bir babayı oynuyor. Her ne kadar daha çok dizilerden tanısak da kendisi tiyatro kökenli bir oyuncu ve üstelik bayağı ilginç yaşam hikayesi var. Selim Erdoğan’la söyleşmeye gittim ama baktım ki karşımdaki Çiçek Taksi’nin Abuzer’i, aynı içtenlik, açıklık, hissiyat. “Delikanlı” bir ağabeyimizmiş gerçekten, oynamazken de. Konuşmasını da nasıl seviyormuş bilseniz, susturabildiğimde soru sormaya çalıştım açıkçası. Öyle çok konuşmuşuz ki röportajı çözerken perişan oldum. Erdoğan ağabeyimizin ailesi, mahallesi, tiyatrosu, yeni filmi… hepsi az sonra…

“Adettendir” diye sormaktan kaçınıyorum ama senin yaşam hikayen bayağı ilginç. “Umut” filmini henüz izlemedim ama isminden kalkarsak bile… Senin yaşamın da çok umut verici…
Adanalı bir işçiyle Tarsuslu bir ev hanımının çocuğuyum. Babam sigortadan emekli oldu en son, ikisi de ilkokul mezunu insanlardı. Hayatımda gördüğüm en aydın insanlardandılar. Babamı kaybettim ama annem çok şükür hayatta. Babam büyük filozoftu bana göre, yoksa Adanalı bir işçinin çocuğunun kalkıp tiyatrocu olması, sinemayla ilgilenmesi… Bizim mahallemizde, etrafımızda olan şeyler değil bunlar. “Sen bunu istiyorsan bunu yap” diyebilmek, arkasında durabilmek biraz aydın bir kafa gerektiriyor. Herkesin “sorumluluk” dediği şeye ben biraz böyle inanmak istiyorum… Yoksa herkes çocuk yapsın.
İzmit’te büyüdüm, İzmit’te büyüdüğümden endüstri meslek lisesi tercih etmemi istediler. Çünkü sonuçta orası bir sanayi şehri babam da işçi. “Okulunu oku ki kalifiye bir işçi ol” şeklinde oldu ilk önerme. Haklılardı da çünkü koşullar ortada, bir işçi çocuğunun meslek sahibi olması için ne yapabilir? “Sen free takıl moruk, bizim emeklilik maaşımız hepimize yeter, devlet her bir şeyimizi hallediyor” durumu yok. Demek benim kafama yatan bir şey değildi, makine ressamlığı okudum, keyifli hocalarım keyifli arkadaşlıklarım oldu ama cıvata çizmek çok bana göre bir şey değildi ve karşılığını bulmadı. Bir sene okudum bir sene beklemeye kaldım, 5 senede bitti lise. Şartlı kurul çıkmıştı o zaman -eğitimimizin şahaneliği- eğer öyle bir şey olmasa liseyi bitiremeyecek, konservatuarı kazanmama rağmen gidemeyecektim.

Tiyatroyla nasıl buluştun peki?
Tiyatro hep içimde vardı ama sosyal çevrede bunu bulabileceğim bir şey yoktu. Lisede beklemede olduğum bir sene -tabii al oğlum bu araba, gez toz, aman parçalamadan gel diye bir durum yoktu, her şeyimiz vardı ama BMW’miz yoktu o dönem- para kazanmak ne, mücadele etmek ne git gör demişti babam. Trafik takip işleri yapan bir yerde işe başladım, sonra oranın bir çay ocağı açıldı, “Selim sen oralarla biraz ilgilen” dediler. Oraya gittiğimde Kocaeli Bölge Tiyatrosu’yla tanıştım. Her şeyi değiştiren de işte o tanışma oldu.

Nasıl tanışıyorsun abi çaycılık yaparken?
Alt katta tiyatro var, üst katta biz çaycıyız, kızlar geliyorlar gidiyorlar… bir de gençsin… -”ne iş, ne oluyo abi” - “tiyatro” - “iyi abi girelim biz de bu ortama”. Mustafa Alabora benim babam değildi, Mehmet Ali’nin hikayesi başka olabilir ama benim öyle değildi. Orda gördüm, görmesem, çay ocağı işi olmasa belki böyle olmazdı.

Sadece görmek yetmez ama görmesen gerçekten zor işin…
Kaderimiz aynı şekilde değişen Tahir var mesela. Lise bitti, “Tahir, Kocaeli Bölge Tiyatrosu’na gidelim mi” dedim, “gidelim moruk” dedi. Gittik, “arkadaşlar şort giyiyorsunuz” dediler, Tahir, “ben şort giymem moruk” dedi. Tahir şimdi İzmit’te devam ediyor, o da mutludur, iyidir, ben şort giymeyi kabul ettim.

Şorttan başlamasalarmış onlar da hemen…
Kafasına yatmadı belki de, çok da yetenekli adamdı bana sorarsan. Burhan Akçin vardı, Kocaeli Bölge Tiyatrosu’nun başında, hala da o vardır. İzmit için çok kıymetli şeyler yapar. Bölge tiyatrolarının benim gibi çocukların çıkması için çok büyük önemi var. Onlar orada yaptıkları şeylerle seni yakınlaştırıyorlar. Yok çünkü başka bir ihtimalin. Olay Cihangir’de geçmiyor ki İzmit’te geçiyor. Sonra sonra kızlardan çok oradaki konular ilgimi çekmeye başladı, kızlar hayatımdan bir iki üç sene çıktı. Hakikaten tiyatroya ihanet ediyorsun zannediyordum o zamanlar. “Olur mu hocam burada tiyatro yapıyoruz” falan.

Sen mahalledeki “bacım” muhabbetini tiyatroya taşımış oldun yani…
Tabii, aynen öyle, ama o öyle değilmiş onu da sonra öğrendim. Çok büyük bir hevesti tiyatro, çok başka adamlar anlatıyorlardı. Samuel Beckett… Godot diye birisi var devamlı gelmiyor. Yahu gelmiyor da ne oluyor, godot gelir, godot gelmez… O zamanlar bizde geniş bir kütüphane de yoktu. Mahallede okuyan kimse yoktu. O televizyonun yanındaki dolaplarda ne var, namaz hocası, dualar falan. Kitaplarla tanışıp bambaşka kafalara akmaya başlıyorsun. Bölge Tiyatrosu çok eğlenceli çok değişik bir işti.

“İlk defa İzmit’ten konservatuar kazanan insan” diyor bir internet sitesinde…
Evet, ama Yıldız (Kenter) hocanın okulunu, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nı kazanan yoktu yani. “Oraya buradan adam almıyorlar, boşver” diyorlardı. Mesela Eskişehir’in şansı daha yüksektir de İzmit’in yoktur gibi bir kategorilendirme vardı, nedense.

Askerlik gibi mi yani… “Sen buraya düşersin” derler ya…
Aynen. “Boşver” dediler ama benim istediğim orasıydı. İlk gittiğimde de aldı hoca. Pek bir önemi yok ilk olmanın, sonra bir sürü arkadaşımız kazandı.

İçerisine doğduğun dünya yani aile, mahalle, meslek lisesi… Oyunculuğunu nasıl besledi?
Burada yaşıyorum ve çok işime geliyor. Daha da karışmak istiyorum ama insanlar bazen çok tuhaf davranıyorlar. Benim evimin önünden otobüs kalkıyor ve metroya kadar gidiyor. Otobüse binmek istiyorum, “yahu sen de otobüse mi biniyorsun” diyenler oluyor yolculardan. Şunu anlayamıyorum; burası bir ahır değil ve sen de hayvan değilsin, sen kendini nerede görüyorsun? Beni nerede gördüğün unut. Çok tuhaf bir durum.
Beni neden ilgilendiriyor; otobüste adam vites kolunu kobra kafasından yapmış, bu benim tahayyül edemeyeceğim bir şey, yazmak ya da film yapmak için.
Bir stadyumda bağırsan ulaşabileceğin insandan fazlasına ulaşıyor söylediklerin. Sana söz söyleme hakkı veriyorlar ya, o zaman doğru şeyle söylemeli. Bunun için de gezip söylenecek doğru şeyleri bulmak lazım. Sorumluluğun adına da böyle yapmalısın. Bir kere önce kendin için bulmalısın, sonra onu kalabalığa anlatmalı… ki kalabalık da sana başka bir şey fısıldasın. Böyle gezmeyi sevdiğim için o tipler de hoşuma gidiyor.

Yabancısı değilsin sonuçta gerçek dünyanın.
Öbür türlü yaşayamıyorum zaten, olmuyor. O kıyafetlerin içine girdim mi bünyem kaldırmıyor. Mahir Çayan’ın bir lafı var; “Aynılar aynı yere ayrılar ayrı yere”. Budur…

Bütün bu gözlemler ve yaşam biçimi farklı yansıyor olmalı sahneye…
Tabii, sonuçta kalıp bir tane sen onu renklendirmek için çok gözlem yapmış olmalısın. Bir sürü kötü, iğrenç karakter canlandırdım, onları da anlamam gerekiyor. Ama bir daha kötü karakter oynayacağımı zannetmiyorum. Özellikle televizyonda.

Neden ki?
Silah tutmak istemiyorum televizyonda. 4 yaşında bir yeğenim var “dışkın dışkın” yapmayı benim dizimde öğrendi ve bu hoşuma gitmedi. Oyuncu olarak kendini sınamak istiyorsun, Çiçek Taksi’deki Abuzer olarak kalmak istemiyorsun. Başka başka adamlar da yapmak istiyorsun, renklendirmek. Ama artık kendime sorduğum soruların cevabını aldığımı düşünüyorum.
Bir de işleyemiyorlar, bizde kahramana sempati çok büyük. Bunu doğru düzgün bir “Alacakaranlık”ta yaptılar. Olgun (Şimşek) orada çok iyi performanstı. Onun dışında hatırladığım çok iyi çizilmiş kötü adam yok.
Kendimizle yüzleşmeyince bu işin sonucu “boşver”e bağlanıyor. Her kimsek yüzleşmeliyiz, sadece kötü adamlar değil. İyi adam kötü adam diye bir şey yok zaten, iyi ya da kötü şeyler yapıyoruz. Öbürleri masallarda oluyor bana sorarsan.

Samanyolu’nda Flaş’da falan da oluyor, öyle deme.
“Gerçek Kesit” mesela, en sevdiğim. Öğrencilik yıllarımda hayatımı kurtarmıştı. Diğer kanallarda bunun bir kat iyisini yapabiliyorlar sadece. Televizyon dediğin şey buna izin vermiyor. Televizyonda sadece para kazanmak için çalışmayı düşünüyorum. Bir de televizyonda yaptığın işle gündeme gelip senin karşında söz söyleme şansına sahip olmak için. Sanat için televizyonu kullanamazsın çünkü sanat muhalif olmak zorunda ve o sistem muhalefeti zaten kabul etmez ki. Sen sanatında onu eleştirmekle mükellefsin, buna izin vermez ki. Onun için tiyatro, sinema daha özgürdür, onun için sanattır. Değersiz demek istemiyorum ama orası bir defa bir pazaryeri, satış yeridir. Salı pazarında nasılsa televizyonda da öyledir. “geel vatandaaaş” diye bağıran adamla “yemekteyiz” diye bağıran adam aynı formattır. Çünkü bu alışılmış alış veriş biçimidir. Televizyonda kim ne gösteriyorsa onu satıyordur unutma, ben filmimi satmak için televizyondayım mesela.
Ama sonuçta bir yerde dizi ayakta tutuyor oyuncuyu, bu ülke koşullarına göre iyi para kazanılıyor dizilerden. Ama önemli olan bu parayı nasıl kullanıyorsun. Yoksa dizilerde oynama ya da oynamamak değil sorun. Televizyon tukaka değil, önemli olan sen nasıl kullanıyorsun bunu. Yapmak istediğin şeyler için bir olanak olarak kullanabiliyor musun, bu önemli.

Oynadığın Kürt karakterlerinde çoğu zaman karşılaştığımız küçük duruma düşürme tavrı yok. Buna dikkat ediyorsun herhalde…
Televizyonun bir başka tehlikesi, sana “Kürt oyna” derler ve onu bir alt sınıf haline getirmeni, ötekileştirmeni isterler. Ben sorumluğumu bilerek “bu adamı” bizden birisi haline getirmek için elimden geleni yaptım. Onurlu bir tip çizmeye çalıştım ve bunun için de mücadele ettim. Gerek yazılımında gerekse yazılan tekstin değiştirilmesinde. Sorumluluk önemli, yaparsın alasını yaparsın ama gece yatabilir misin?

Yeni filmine, Umut’a gelirsek... “Acayip bir dram filmi hepiniz çok üzüleceksiniz, sonra da halinize şükredeceksiniz” gibi bir takım açıklamalar yapıldı...
Filmi herkes başka okur, benim için şükür denecek hiçbir durumumuz yok. Sakın kimse şükretmesin çünkü o durumda olan sen de olabilirsin. Dram çok tabii ama daha önce filmde oynadığım karaktere yani Yılmaz’a sorulan soru gibi bir soru sorulmamıştı. Emsali var mı? Seven Pounds’da biraz benzeri var. Will Smith’in yeni filminde… onlar tabii daha modern yaklaşıyorlar meseleye. Bizimki daha burada olabilecek gibi bir şey. Hayatın sırrını açıklamıyoruz tabii ama sarsıcı bir durum var. Mutlu bir son beklemiyor fakat umutlu sonla bitiyor. Umut kalmak zorunda çünkü. Umut bir çocuk ve onu büyütmek artık bizim işimiz olsun, bu sorumluluğu alalım.

Bir dayanışma çağrısı da öyle mi?
Dayanışmayı, inançlarımızı bitirdiler. Neye inandığın beni ilgilendirmiyor ama bir şeye inanmak hayata bağlı kalmak demek. Aşka, Allah’a ya da neyeyse… inançlarımızı emiyorlar. Şöyle bir şey duydum bir doktor arkadaşımdan, kızına annesinin böbreği uyuyor ama vermiyor, kız ölüyor. Tapu sormuş annesi, üstüne yapacak mı falan. Biz bu hale nasıl geldik? Umut ilik kanseri bir çocuk. Yeterli ilik donörü olsaydı ülkede biz bu filmi çekemezdik. O zaman gerçek dışı bir şey yapmış olurduk. “Bizim ülkemizde böyle bir sorun yok ki” denirdi. Bu sistemde 21 günde unutuyormuş hafıza. 21 günde Hrant Dink’i unuttuk, Uğur Mumcu’yu… bizim artık yeraltı zenginliklerimiz aydınlarımız. Hepsini öldürüp yeraltına gömdük çünkü. Bunu bir film olarak yapmak istiyorum. Ama bunlar umurumuzda mı, değil… “Yemekteyiz” abi afiyet olsun.
Devrim Büyükacaroğlu
ÖNCEKİ HABER

KAYIPLARIN BULUNMASINI İSTEMEK DE SUÇ

SONRAKİ HABER

Asya-Pasifik’te bu hafta (84)

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...