1 Mart 2009 01:00

Sen gittiğinden beri pek bir şey değişmedi


(…) Biz hâlâ aynı biziz; ellerimiz hâlâ ağır aksak masallar dikiyor, yalnızlığımız yatışsın diye. Çabucak zihin halılarımızın altına süpürüveriyoruz istenmeyen görüntüleri. Senin o fazlasıyla ürkünç, tanımsız, yakışıksız hayatın ya da güzel, özenli sofralarımıza, iyice parlatılmış bardaklarımıza, kirlenmesin diye üstüne mis kokulu örtüler serdiğimiz salon koltuklarımıza, kırışık kremlerimiz ve bizi bir başkasına dönüştürsün diye kat kat süründüğümüz makyaj malzemelerimizin arasından zar zor görünen aynalarımıza, pofuduk terliklerimiz ve saten iç çamaşırlarımıza sinmesin diye görmezden geldiğimiz ölümün gibi...
Nereden çıkmıştın ki zaten? Ne güzel oyalanıp duruyorduk fesleğenlerimizle menekşelerimiz arasında. Ne güzel yeni bir fırın almak üzereydik. Ne güzel bol çekişmeli bir şirkete atmıştık kapağı. Ne güzel usulca siliyorduk yüreğimizden kendi parçalanmışlıklarımızı. Uyum sağlamaya başlamıştık onca tuhaf role. Ne güzel anneydik be Güldünya; eştik, aşçıydık, çalışandık. Modern ve gelenekseli aynı kazanda kaynatmayı öğrenmeye başlamıştık. Nereden çıkmıştın sahi? Neden gölgeli bir küfür gibi bulaşıvermiştin ağzımıza? Nasıl cüret etmiştin parolamızı değiştirmeye? (…)
Ağzımız sıkıdır, bilirsin. Ne tecavüzler, ne dayaklar gördük de gıkımız çıkmadı. Bir tek sözcük, bir tek fısıltı, herkeslerden sakındığımız, katı, soğuk, acımasız, ama yine de bizim olan kuyularımızı bulandırabilirdi çünkü. Ayağımız kayabilir, makaslarımız değişebilirdi. Hem her şeyi cam bir aracın içinden seyretmek, giderek ağır bir uykuya düşüp bütün kötülüklerden ‘uzaklaşmak’ çok daha iyi değil miydi? En yakınımızdakileri bile görmezden gelirken durup senin şarkını mı dinleyecektik? (…)
Ne tuhaf, istenmeyen bir çocuk taşıyormuşsun içinde. İstenmemek, ne tuhaf bir kelime. Neler yaşadın, gövdenden nasıl sarsıntılar geçti o anda? Gözlerin kapalı mıydı, ellerin dirençsiz? Hangi anılara sığındın, hangi pencerelere çevirdin yüreğini çabucak bitsin diye üstündeki o korkunç gidiş geliş? Hırıltılı bir sessizlik miydi başında dolanan, yoksa uğultulu atlar mı, sakatlanmış bir akşama göndermeler yapan? Ya sonrası Güldünya? Ya durmadan yinelenen o kötülük sarmalı?
Ama sus, duymak istemiyoruz. Cesetlerin üstünden atlayıp işe gidenleriz biz. Saat tik taklarından anlama ulaşmaya çalışanlarız. Birbirimizin acılarından hediyelik eşya dükkanları açanlarız. Zalimliği güç, zaferi mutlulukla karıştıranlarız. Acıyı yalnızca güvenli uzaklıklardan paylaşanlarız. Kendi hayaletimizden başkasına kapalıdır kulaklarımız. Belleklerimiz sadece kişisel olana ayarlıdır. Tırmandığımız bütün ağaçlarda çok eski bir yangının kokusunu ararız. Sus Güldünya, sus ki arınalım, rahatlayalım. Gündelik krizlerimize ve bize değmeyenin o karşı konulmaz çekiciliğine dönelim. (..)
Hiçbir resmi tarihte adın geçmeyecek Güldünya. Yaşarken yok sayıldığın gibi, hatta daha fazla, ölümünle yok sayılacaksın. Birileri ‘hak edilmiş’ dayak ve işkenceden söz edecek. Bazı insanların şanssız doğduğundan. Toplumun kurbanlar ve cellatlar olarak ikiye ayrılabileceğinden. Erkeklerin geldiği o tuhaf gezegene dair başka öyküler ve mitoslar yaratılacak. Burçlar ve uyum tabloları yeniden ve yeniden çıkartılırken, nasıl olup da kentin en kalabalık caddesinde kocası olmayan bir adamla görüldüğü konuşulacak. ‘Artık bu kadarı da fazla’ olacak. Herkes, kendi mutsuzluğunu başkaları için de dileyecek. Uzun süre bozulmayacak yeni bir ortak susku başlayacak.
Bir şeyler için çok geç. Ömrümüz tanıksız ölüm provaları. Duvarlar yıkılmayacak kadar kalın ve geçirimsiz. Ama ya çatlaklar? Ya korunaksız küçük boşluklar? İşte Güldünya, işte bir tek oralardan çıkabilirsin önümüze, bizi o çatlakları büyütmeye çağırmak için. Ya da kimbilir, belki bir akşamüstü saklambacına. Küçük bir ay ışığı dansına. Bir kurabiye kokusuna.
Gelmeliyiz. Yoksa her şey bir kez daha, bir başka yinelenmenin kırık dökük çemberine girecek.
Ve hayat, sonsuza dek, yalnızca elde ettiklerimizin boş pırıltısıyla örülecek.
Işıl Özbek

Evrensel'i Takip Et