05 Mart 2009 00:00

Krizle gelen 2009 yılı ve tarım sektörü

Yaşanan tarımsal kuraklık ve son 20-25 yılda ısrarla izlenen yanlış tarım politikalarının yığdığı yapısal sorunlar yüzünden 2007 yılını tam bir felaket, bir kabus gibi geçiren ülkemiz tarım sektörü, 2008 yılına büyük bir beklenti ve umutla girmişti.

Paylaş

Yaşanan tarımsal kuraklık ve son 20-25 yılda ısrarla izlenen yanlış tarım politikalarının yığdığı yapısal sorunlar yüzünden 2007 yılını tam bir felaket, bir kabus gibi geçiren ülkemiz tarım sektörü, 2008 yılına büyük bir beklenti ve umutla girmişti. Bu umutların boşa olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Önce açıklanan destekleme primlerinin bir önceki yılla aynı tutulması, bazı kesimler için (özellikle hayvancılık sektörü için) azaltılması, üretici eline geçen tarım ürünleri fiyatlarının bir önceki yıla göre artmaması, hatta pamuk, mısır, yaş sebze ve meyve fiyatlarındaki önemli gerilemelere karşın gübre, mazot başta olmak üzere temel girdi fiyatlarındaki akıl almaz artışlar, 2007 yılının tahribatının onarılması bir yana reel olarak durumun daha da ağırlaşmasına neden olmuştur.
Bu saptamayı, defalarca revize edilen, ilgili kesimlerce tereddüt ile karşılanan devletin resmi büyüme verileri de desteklemektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2007 yılı için ekonomideki büyüme oranını yüzde 4.5 tarım sektöründeki küçülmeyi de yüzde 7.3 olarak verirken, 2008 yılının ilk 9 aylık döneminde tarım sektöründeki büyümeyi yüzde 0.7 olarak açıklamıştır. Yılın açıklanmamış son çeyreği için yaşanan küresel ekonomik kriz nedeniyle büyümenin negatif olacağı yani önemli bir küçülmenin gerçekleşeceğini beklemek pek hayalci olmayacaktır. Böylece 2007 yılındaki önemli orandaki küçülmeden sonra, 2008 yılında da tarım sektörü küçülerek üst üste iki yıl gerilemiş olacaktır. 2007 yılına göre iklim açısından daha elverişli bir yıl olan 2008 yılında fiziki üretim miktarının bir önceki yıla göre artmasına rağmen, sektördeki gerileme nasıl açıklanabilir. Bilindiği gibi büyüme oranı, sektördeki katma değerin reel olarak artması anlamına gelir. Katma değer de sektörün fiziki üretiminin parasal değeri ile tarım dışı sektörlerden aldığı girdilerin parasal değeri arasındaki farktır. Bu da gösteriyor ki genel olarak girdi fiyatlarındaki artış dolayısıyla girdi maliyetindeki artışlar o boyuta ulaşmış ki sektörün reel katma değeri bir önceki yıla göre gerilemiştir.
Son 20-25 yıldır küreselleşmenin, neoliberalizmin ekonomik politika merkezleri olan IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşların dayatmaları ile şekillenen bağımlı politikalar 2008 yılında da kararlılıkla sürdürülmüş bunun sonucunda sürdürülebilirliği kuşkulu bir tarımsal üretim yapısı yaratılmıştır.
Ürün-girdi fiyat paritesinde üretici aleyhine gelişmeler yüzünden yeterli gelir sağlayamadığı için üreticilerin, işletmesini geliştirip verimliliğini artıramadığı, arazi, traktör gibi sabit sermaye varlıklarını elden çıkardığı, kredi ve tefeci borcuyla üretimini sürdürmeye çalışarak finansman kıskacında olduğu, özellikle Orta Anadolu’da yüz binlerce hektar tahıl alanını ekemeyip boş bıraktığı için bu yapının ekonomik olarak sürdürülebilirliği kuşkuludur.
Bu yapının sosyolojik olarak da sürdürülebilirliği kuşkuludur. Zira tarımsal üretimin sermaye ve doğal kaynaklar ile birlikte ayrılmaz temel unsuru olan insan gücünün kaynağını oluşturan kırsal sosyal yapı hızla çözülmektedir. Son yıllarda tarımsal istihdamdan kopanların sayısı milyonlarla ifade edilmekte, köyler yaşlı nüfusa terk edilmekte, kalanlar da sosyal güvenlik, yeterli ve kaliteli eğitim ve sağlık hizmetlerinden yoksun bir şekilde yoksulluk içinde yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır.
Bu tarımsal yapının sürdürülebilirliği, ekolojik olarak da tehdit altındadır. Küresel iklim değişikliği, kuraklık, erozyon, tarım topraklarının amaç dışı kullanımı, toprak ve su kirliliği, biyoçeşitliliğin korunmaması gibi ekolojik olumsuzluklar ciddi tehdit unsurlarıdır.
Tüm bu gelişmelerle, tarımsal üretimin geleceği, sürdürülebilirliği, hem ekolojik olarak hem de sosyoekonomik olarak tehdit altındadır. Toplumun sağlıklı ve dengeli beslenmesi, ülke sanayinin hammadde tedariki bakımından önemli bir güvence olan tarımsal üretim sözü edilen bu tehditlere açık, korumadan yoksun bırakılması bir eksiklikten öte geriye dönülmesi mümkün olamayan bir yanlıştır.
Buraya kadar anlatılanlar, tarımla ilgili kesimlerin yakından bildiği ve tarım dışı duyarlı kesimlerin de son zamanlarda paylaştığı bilinen gerçekler, bilinen doğrulardır. 2008 yazı ortalarında ABD de finansal kriz olarak başlayıp, bu gün tüm dünyayı saran, etkisinin her geçen gün daha ağır hissedildiği, ne kadar süreceği, içinden nasıl çıkılacağı, sonucunda ne tür insanlık trajedilerinin yaşanacağı belli olmayan küresel ekonomik kriz bu anlatılanlardan daha önemli görülebilir. Tüm dünyayı bir nükleer bomba gibi alt üst etme potansiyeli ve olasılığı olan bu büyük ekonomik krizin ülkemizi ve tarım sektörünü uzun süre uğraştıracağı, üzerinde uzun süre konuşulacağı açıktır.
Bu krizin gelişi sürpriz değildi. Ayak seslerini, belirtilerini 1990’ların sonları ile 2000’lerin başlarında Türkiye, Arjantin, Rusya ve Güney Asya gibi bölgesel krizlerle duyurmuş hissettirmişti. Keynesyen ve Sol İktisatçılar daha 2000’lerin başında dünyanın böyle bir krize gebe olduğunu söylerken, neoliberaller tarafından kötümser, felaket tellalları modası geçmişler olarak nitelendiriyorlardı. Esasen günümüzde yaşanan ekonomik krizin kökeni 1970’li yılların sonuna uzanıyor. İkinci dünya savaşı sonrası birikim süreci içinde, sermayenin kârlılığının giderek azalması sonucu, kapitalizm bunalıma girmiş, bu bunalım 1980’li yıllara egemen olan serbest piyasacı çözümlerle giderilmeye çalışılmıştı. Hatırlanacağı gibi Reagan ve Thatcher yönetimlerinin başını çektiği serbest piyasacı, özelleştirmeci uygulamalar ile gelişmekte olan ülkelere dayatılan dışa açık büyüme modelleriyle ekonomide yeni bir döneme girilmiş, herkesin kazanacağı, yarar göreceği gibi yaldızlı laflarla küreselleşme hakim bir rüzgar olarak estirilmişti. Sosyalist bloğun çözülerek kapitalist dünyaya, dolayısıyla dünya pazarlarına eklemlenmesi, Çin, Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi geniş bir tüketim ve üretim potansiyeli barındıran ülkelerin yükselen piyasalar olarak değerlendirilmesi bunalımı kısmen hafifletmiş, krizin gecikmesine yol açmıştır. Kârlılığı azalan sermaye, dünyanın en ücra köşesindeki kâr olanağını değerlendirmek için, sosyal devlet anlayışı ile o zamana kadar kamu eliyle yürütülen ekonomik faaliyetlerle eğitim, sağlık gibi hizmetlerin özeleştirilmesiyle doğacak kârları değerlendirmek için, azgınca önündeki tüm engellerin kaldırılmasını istemiş, bunun için ticaretin serbestleştirilmesini ve özelleştirmeleri dayatmıştır. Açgözlü sermayeye bu da yetmemiş, türev piyasalar, hedge fonlar, vadeli işlemler piyasaları, borsa, mortgage kredileri, tüketici kredileri vb. finansal araçlarla bir kumarhane (gazino) ekonomisi yaratarak, emekçi sınıfları, yoksul hakları iliğine kadar sömürmüştür. Bu gazino ekonomisinin, umutların istismarına dayanan, yapay gelecek vaatleriyle pompalanarak şişirilen balonu patlayınca kriz kaçınılmaz olmuştur. Yazılanlara göre kriz öncesinde dünyanın reel üretim değerinin neredeyse 10 katı büyüklükte bu nitelikte finansal balon yaratılmıştır. Şüphesiz bu kriz yalnızca finansal bir kriz değildir. Tetikleyicisi finansal balonun patlaması olsa da bu kriz tüm sektörleri içine alacak, onları derinden etkileyecek bir krizdir zira bu balon reel üretim sektörleri ile ilişkilendirilerek şişirilmiş bir balondur.
Küreselleşmenin, bugün yaşanan krizle ekonomik, ideolojik ve siyasal olarak tüm yaldızları dökülmüştür artık. Türkiye, bu krizin bedelini (ki krizlerin bedeli her zaman emekçi sınıflara ödetilir) en ağır ödeyecek ülkelerin başında gelmektedir. Ülkemiz, 2001 krizi sonrası önemli bir ekonomik büyümeyi gerçekleştirmesine rağmen, istihdamını artıramayan, gelir dağılımını bozan, dış borçları 300 milyar dolara varan, dış ticaret açığı 50 milyar doları bulan yapısıyla krize karşı daha savunmasız, daha zayıf bir konumdadır. Onun için büyük sermaye IMF anlaşılmasını, dev boyutlara ulaşan ucuz dövizle yaptığı borçlarının (ki bu borçlarının önemli bölümünü özeleştirilen kuruluşların satın alınmasında kullanmıştır) kamuya ödetilmesini yani emekçilere yükletilmesini istemektedir.
Tarım sektörü de elbette ki bu krizden önemli ölçüde etkilenecektir. Tarım ürünlerinin zorunlu ihtiyaçlar olan gıda ve giyim ihtiyaçlarını karşılayan hammadde niteliğinde ürünler olması itibariyle talep açısından belki otomotiv, dayanıklı tüketim malları, tekstil, inşaat ve turizm sektörleri kadar olumsuz etkilenmeyecektir. Ancak dış pazarlara yönelik yaş meyve sebze, fındık, kuru üzüm, kuru incir benzeri ihraç ürünlerinde bir talep daralması beklenebilir. Olumsuz etkilerden biri, tarım ürünlerini hammadde olarak kullanan sektörlerin kriz gerekçesiyle üreticilerin örgütsüz ve dağınık olmasından da yararlanarak kuracakları baskı ile çiftçi eline geçen fiyatların düşürülmesi olabilir. Asıl olumsuz etki, sektörün tarım dışı sektörlerden aldığı gübre, ilaç, akaryakıt, alet makine girdi fiyatlarının artışı ile yaşanacaktır. Yine dış finansman desteğine muhtaç olan tarım sektörü üzerinde özel kesimin verdiği krediler büyük bir baskı unsuru olmayı sürdürecektir. Son yıllarda özel kesimin tarım sektörüne verdiği krediler, geleneksel kredi kaynakları olan Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatiflerinin verdikleri ile boy ölçüşecek düzeye ulaşmıştır. Bu kredilerin geriye ödemelerinde yaşanacak güçlükler, ipotek olarak kullanılan tarım arazilerinin mülkiyetinin el değiştirmesine yol açabilir.
Tarım sektörünü ekonomik krizlere karşı diğer sektörlere göre biraz daha dayanaklı kılan özelliklerden biri, tarım ürünlerinin zorunlu ihtiyaç malları olası ise diğeri de tarımın aile işgücüne dayalı, göreceli olarak diğer sektörlere daha az bağımlı küçük aile işletmeciliğinin varlığıdır. Ülkemiz tarımsal yapısının krize karşı bir avantaj olarak değerlendirilebilecek küçük aile işletmeciliğine dayalı geleneksel yapısı, son yıllarda izlenen politikalar nedeniyle önemli ölçüde yara almıştır. Yapılması gereken küçük aile işletmeciliğinin yaşatılması, bu işletmelerin kooperatif, birlik gibi organizasyonlar aracılığıyla verimli üretim ölçeğinde örgütlemek olmalıdır.
Krize karşı alınacak en önemli önlem, tarımın diğer ekonomik sektörlerden çok daha fazla desteklenmesi olmalıdır. Bu yolla zaten yıllarca kriz içinde olan, yoksulluğun daha derin yaşandığı ve önemli bir büyüklükte olan kırsal nüfusa nefes aldırılabileceği gibi, kentsel kesimdeki yoksullarla dar gelirli tüketicilerin de kriz altında ezilmeleri kısmen önlenebilecektir. Ayrıca tarımın desteklenmesiyle tarımla yatay ve dikey bağları olan sektörlerinde uyarılacağı, tüketim düzeyi düşük, olan kırsal nüfustaki küçük bir gelir artışının tüketime yöneleceği için kriz içindeki tarım dışı sektörlere dış piyasalardan daha istikrarlı daha güçlü bir iç talep yaratarak pazarı canlandıracağı gerçeği de unutulmamalıdır.
Ekonominin genelinde iflaslar, işten çıkartılmalar, ücretlerin baskı altına alınması, açlık ve yoksulluk gibi sonuçlara yol açacak ekonomik krizler bir bakıma da sermaye ve servetin önemli ölçüde el değiştirmesi sürecidir de. Bu süreçte, sınıflar ve kesimler arasında krizin faturasının ödetilmesine yönelik zorlu bir mücadele de kaçınılmazdır. Sermaye bu krizin faturasını emekçilere ödetmek istemektedir. Tarım bir sektör olarak örgütsüz ve zayıf yapısıyla bir bütün olarak tarım dışı sektörlere göre krizin faturasını ödeme bakımından en dezavantajlı durumdadır. Krize karşı alınacak önlemler içinde tarımın sözü bile geçmediği gibi, başlangıçta 5.5 milyar TL olarak açıklanan 2009 tarım destekleme bütçesi (ki Tarım Kanununa göre GSMH’nin yüzde 1’inden az olmaması hükmünün yerine getirilmesi için yaklaşık 10 milyar TL olması gerekirken) IMF telkinleriyle 500 milyon TL kırpılmış, zaten yetersiz olan sulama yatırımları programdan çıkarılmıştır. Krizin çıkmasında hiçbir rolü olmayan tarım sektörü, krizin bedelini de ödememelidir. Bu da ancak örgütlü bir karşı duruşla mümkündür. Bunun için kooperatiflerden, çiftçi sendikalarına, üretici birliklerinden, ziraat odalarına tarımdaki her örgütlenmeden yararlanılarak doğru, ortak bir talepler programı etrafında sesimiz yükseltilmelidir.
HAYDAR ŞENGÜL Prof. Dr. (Ç.Ü. Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi)
ÖNCEKİ HABER

Krizin ‘teğet’ geçtiği bir kadının satırları

SONRAKİ HABER

BEKAR ODALARI 1

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...