10 Mart 2009 01:00

GERÇEĞİN GÖZÜYLE 12 Mart anısı


Cumhuriyet tarihimizin acılı yıl dönümlerinden biridir 12 Martlar. Tıpkı 12 Eylüller gibi. Doğrusu ya, ülkeyi bir adım ileri iki adım geri götüren bu askeri darbeler üzerine kalem oynatmayı da düşünmüyordum. Kendimce iki nedenim vardı. Bir, gençlerin en okuryazarına bile ihtilal dönemlerinde yaşanan olayların dehşetini duyumsatabilmek kolay değildi. İki, toplumda yaratılan yılgınlık ve adamsendecilik günümüzde öyle bir boyuta ulaştı ki o dönemlerin baş aktörleri, uluslararası hukukta birer suç olan eylemlerini medyada gülücükler saçarak anlatmakta bir sakınca görmüyorlar. Kınanmıyor, tersine alkışlanıyorlar. Böyle bir ortamda aklı başında üç beş akademisyenin, gazetecinin, yazar çizerin uğraşı da birliğimizi, dirliğimizi bozanların çabaları olarak afişe edilmeye kalkışılıyorsa, çekiver kuyruğunu gitsin. Üstelik yerel seçim arifesinde iktidarın, muhalefetin kahve muhabbeti tadındaki(!) söylemlerine tanık oldukça ülkenin geleceğine beslediğiniz umut kırıntıları da yok olup gidiyor.
12 Martlar 12 Eylüller şimdiye dek salt kaos getirdi topluma. Ayrımcılığın tohumlarını attı. Düşünen, düşündüğünü ifade eden bireyleri cezalandırdı. Hukukun üstünlüğüne inanan, insan haklarına saygı bekleyenler, tehdit ve zulümle susturuldular. Sendikalar kapatıldı, kapatılmayanlar işlevsizleştirildi. Yerlerinden yurtlarından edilen aileler kendi vatanlarında göçmen olmaya zorlandı. İşkenceye uğrayarak sakat kalan, kayıplara karışan insanlarımızın kesin sayısından söz edebilmek günümüzde bile olası değil. Sansür; kapatılan, toplatılan gazeteler,hizaya getirilmeye çalışılan yürekli kalemlere uygulanan baskı yöntemleri, bugün bile şaşırtmıyor bizi artık..
Aslında yazılacak, söylenecek çok şey var ama kime? Çok uluslu sermaye ile bağdaşık medyanın ve dinsel temelli siyaset ve eğitimin kol kola verip kotardığı toplumda kimlere? Sözü 12 Mart’tan açmışken 1971 yılına dönüp bir anımdan söz etmek isterim. O yıllarda TRT Haber Merkezi’nde muhabirdim. Sıkıyönetim mahkemelerinde ülkenin yüz akı yazar ve düşün adamlarının yargılandığı davaları izlemekle görevlendirilmiştim. Duruşmalarda İlhan Selçuk, Çetin Altan, Oktay Kurtböke gibi gazetecileri, Sabahattin Eyüboğlu,Vedat Günyol, Azra Erhat gibi yazarları sanık sandalyesinde görmek, günbegün büyüyen bir acı yumağı oluşturuyordu içimde. Oğlum Sinan doğmuştu ekim ayının başlarında, hiç izin yapamadan görevimi sürdürmeye çabalıyordum. Kasım ayı sonlarıydı. Haber müdürü sıkıyönetimde hakkımda ihbar olduğunu, duruşmaların yapıldığı Selimiye Kışlası’na bir süre gitmemem gerektiğini bildirdi. Kısa bir süre sonra da geçici görevle Kars bürosuna atanmam çıktı. Eşim geçirdiği ameliyattan henüz kendini toparlamamış, bir buçuk aylık çocuğumu ise doyasıya sevememiştim. Kars’a giderek göreve başladım. Birkaç gün sonra eşim telefon ederek ”Sana bir zarf gönderiyorum, alınca ara” dedi. Aradan bir hafta geçti. Zarf falan yok ortada. Karım İstanbul’da kovalıyor ben Kars’ta. Yok, yok... Sonunda dönüşüme birkaç gün kala, sabah büroya geldiğimde yırtık bir zarf buldum masamın üstünde. İçinde açılıp saçılmış bir ses bandı vardı. Karım hasret gidereyim diye oğlumun ilk seslerini banda almış, yılbaşı sürprizi diye göndermeyi düşünmüş. Henüz iki aylık çocuğumuzun sesleri... Dinlerken bir yandan duygulanıyor bir yandan da için için gülüyordum. Bebek agucuk gugucukunda şifre arayan görevlilerin yüzünü canlandırıyordum kafamda; hayal kırıklıklarını, kızgınlıklarını görür gibi oluyordum.
Ne zaman baskıcı hükümetler takılsa usuma, ne zaman bir başka ülkenin içişlerine karışarak oraya demokrasi, barış götürmeye kalkışan süper devletleri anımsasam, bilge Tacitus’un bir tümcesi gelir aklıma: “Ortalığı kan gölüne dönüştürüp adına barış diyorlar!”
TURGAY OLCAYTO

Evrensel'i Takip Et