3 Nisan 2009 00:00

GERÇEK


4 Nisan’da Londra’da toplanacak G-20 Zirvesi’nin hazırlıkları için bu ülkelerin ekonomi bakanları dün toplandılar. Zirvenin gündemi, “büyüme, istikrar ve istihdam” olacak.
Kapitalizmin iktisatçıları ve politikacıları; bu toplantıyı, “küresel krize karşı mücadelede en önemli girişim” olarak görüyorlar. Çünkü; 2008 sonunda toplanan G-20 ve Şubat 2009 ortasında toplanan G-7 zirveleri, “krize karşı ortak önlemler” almada başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Bu toplantılarda ABD ve İngiltere daha çok “serbestlik” isterken, Almanya ve Fransa ise ABD’nin ve İngiltere’nin yükünü de taşımak istemediklerini açıkça ifade ediyorlar.
G-20 öncesinde de iktisatçılar ve gelişmeleri yakından izleyen politika çevreleri umutlu konuşmazken; Almanya Başbakanı Angela Merkel, “Londra’ya endişe ve umut karışımı duygularla giriyorum. Başımızı kuma sokarak sorunları aşamayız” dedi. Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy ise “Sahte uzlaşmalara taraf olamam” diyerek, ABD ve İngiltere’den gelecek, kendi sıkıntılarını öne çıkaracak çözümlere karşı çıkacağını sert bir biçimde ifade etti.
En gelmiş ülkeler kendi ülke çıkarlarını savunmada kararlılıklarını ifade ederken, Başbakan Erdoğan zirve öncesinde, G-20’de “serbest piyasadan taviz verilmemesi ve korumacılığa yönelinmemesi konusunda bir fikir birliği sağlanacağını umduğunu” öne sürüyor.
ABD’nin firmalara devlet yardımı yapılması için bile “işlerinde ABD yapımı malzeme kullanma şartını getirdiği” koşullarda, G-20’den, Erdoğan’ın dediği gibi bir karar çıkar mı, bunu bilmek zor. “Zorluk” da herkesin kendini kurtarmaya çalıştığı ve bu nedenle “korumacılık mı”, “piyasa kurallarına uygun mu” diye bakmadan kendince önlemler aldığı bir dünyada; G-20’den böyle bir karar çıksa bile, bu sadece “öteki ülkelerin uyması için” olacak ve kimse kendisini böyle bir kararla bağlı saymayacaktır.
Sanki Türkiye, ihracatı ithalatından çok fazla olan bir ülkeymiş ve piyasa koşullarında tüm diğer ekonomileri ezip geçen olanaklara sahipmiş gibi, Erdoğan, piyasacılık savunusu yapmaktadır.
Oysa gerçek tam tersidir. Türkiye, dış ticaret açığı en tehdit edici ülkedir; şu kriz ortaya çıkmadan önce de, “korumacılık önlemleri alınmazsa” zaten büyük bir dış borç krizine sürüklenecek hale gelmişti.
Piyasa kurallarından “taviz vermeme”ye gelince; zaten çoktan beridir gözden düşen bir “ilkedir” ve hiçbir ülke artık, bir ekonomik önlem alırken “piyasa kurallarına uygun mu değil mi” diye bakmamaktadır. En başta da bu kuralların savunucusu olan ABD ve İngiltere, herkese “piyasa kurallarına uyun” derlerken, kendileri batan bankalarını (piyasa, ‘bırakın batsınlar’ der), iflasın eşiğine gelmiş büyük firmalarını devletleştirmekle piyasalara yüz milyarlarca dolar pompalayarak, ekonomilerini ayakta tutmaya çalışmaktadırlar.
Bu koşullarda ise “piyasa kurallarına uyalım”, “korumacılık olmasın” demek, sadece başka ülkelerin bunları yapmasını savunmaktır ve bunun işine gelmeyeceği ülkelerin başında da Türkiye gelmektedir.
Ancak Başbakan’ın söylediklerinden ve ısrar edilen ekonomik politikalardan anlaşılmaktadır ki, Erdoğan ve hükümeti, piyasanın inançlı bir kulu olarak, piyasa sihrine inanmaya devam eden “son piyasacılar”dandır.
Bu aynı zamanda, IMF ile hükümetin anlaşmaya çok yaklaştığının da işaretidir. Ve bütün ekonomik veriler, Türkiye’yi hızla kendi korumacılık önlemlerini almaya; üretim ve istihdam politikalarında, kendi halkının ihtiyaçlarını esas alacak bir temele dönmeye zorlamaktadır. Ama hükümetin aklı fikri uluslararası kapitalizmin, en büyük sermaye odaklarının çıkarlarını nasıl koruyacağındadır. G-20’de de bunu savunacakları anlaşılmaktadır!
İ. Sabri Durmaz

Evrensel'i Takip Et