00 0000 00:00
Ders kitabı yeterdi...
Bütün haftayı filmden filme koşarak geçirdiğim, filmlerin birini düşünürken ötekine girdiğim için yazının da karışık festival izlenimleri olmasından başka çarem yoktu.
Bütün haftayı filmden filme koşarak geçirdiğim, filmlerin birini düşünürken ötekine girdiğim için yazının da karışık festival izlenimleri olmasından başka çarem yoktu. İstanbul Film Festivali, bir haftayı geride bıraktı ve işte bana çok daha uzun gelen o bir haftadan bende kalanlar:
* Hem duygusal, hem eğlenceli anların yaşandığı açılış gecesinde, yönetmen Erdoğan Tokatlı, yine büyüklüğünü gösterdi. Tokatlıya ödül verilecekti. Anonstan önce, Son Kuşlar filminden hazırlanan bir klip izletildi, Tokatlı ödülünü almaya, o filmin de başrol oyuncuları Ediz Hun ile Selma Günerinin kollarında çıktı. Filmin tarihi 1965. Siyah beyaz görüntüler. Rahatsız olduğu belli olan Erdoğan Tokatlının kulağına Ediz Hun eğilip, Nasıldı, güzeldi değil mi? diyor. Tokatlı Evet diyor, Tamam diyor. Diyalog bu minvalde gidecek sanırken, Ediz Hun, Selmayı hatırlıyor musun, kaç yaşındaydı o zaman Selma diye sordu. Tokatlı, geceye damgasını vuran cevabını verdi: Üffff! Hemen ardından sözü Selma Güneri aldı, 15 yaşında Erdoğan Tokatlı ile çalışmanın güzelliğini anlatarak meseleye açıklık getirdi.
* Yeni Rüya heyecanı, beni festivalde buldu. Daha önce bu heyecanla yüzleşen arkadaşlar olmuştu, benimki yeni. Tarihi bir sinemada festival coşkusu yaşamanın tadı apayrı. Eski haline hiç benzemese de, ruhu ayakta, öyle demeyin. Sinema seyircisine yıllarca hizmet vermiş bir salon, şimdi de hizmete devam ediyor. Ne güzel! Şaka değil, hakikaten salonların kapandığı bir dönemde, sıkış sıkış alışveriş merkezi tipi sinema değil, bildiğiniz sinema salonu ortamı var Yeni Rüyada.
* Filmlerden söz edecekken, konu dağılıyor. Açılış filmi Hoş Geldiniz gayet dikkat çekiciydi. Fransız filmi diye hemen kaçmayın. Göçmenlik meselesini dert edinmiş, -duyarlı diyeceğim ama siz buradan boğucu anlamayın- güzel bir hikaye anlatmış. Güzel derken, kimsenin başına gelmesini istemeyeceğiniz cinsten. Fransada kaçak göçmenleri ülkelerine geri yollayamıyorlar ama yardım edene de ceza veriyorlarmış. Filmin yönetmeninin verdiği bilgiye göre bu garip yasa değişiyormuş, hem de filmin etkisiyle. Her halükarda bu tartışmaları kışkırtması önemli.
* Özellikle galası yapılan filmler içinde politik esintiler var. İrlanda filmi 50 Ölü Adam, neredeyse bir film türü oluşturacak kadar çok sayıda ve kendine özgü bir tarz sahibi olan IRAlı filmler kontenjanından. Il Divo, İtalyanın kırk yıllık Hristiyan Demokrat politikacılarından Andreottinin hayatını anlatan bir film. Teknik olarak biraz orijinallikler yapmışlar, bir politikacı hikayesi anlatmanın sıkıcılığını kırmak için. Fena olmamış ama anlattığı yine de birkaç kravatlı adamın aralarında verdiği iktidar kavgası, en fazla gerekirse sermayeyle, derin devletle ilişkiye girdikleri bir sınıfsız iktidar tasviri. Bir Terör Filmi: Baader Meinhof, Almanyanın en pahalı yapımlarından ve 70lerin ünlü örgütünü konu alıyor. Ama onun da anlattığı hücrelerinde intihar ettiler tezi, bildiğiniz. Biz sinemayı, az bilinen bir gerçeği daha geniş yığınlara anlatabilir sanmıştık. Resmi tarih anlatacaksanız neden film çekiyorsunuz ki, ders kitapları o işi görürdü...
* En beklenmedik filmin içinden aileye saygı duruşu geçiyor ya, ne düşüneceğimi şaşırıyorum. Fransız filmi Bana Yağmurdan Bahsedin, dünya festivallerinden kuşağından bir film. Film çekmeye çalışan başarısız bir ikiliyle, bir kadın politikacı ve çevrelerinde gelişen olayları anlatıyor. Olanlarla hiç ilgisi yok, sonunda bir baktık, ayrılan çiftler birleşmiş, kavga edenler barışmış, herkes birbirine sarılmış, böyle bir manzara. Hayır, öyle bir gerilim bile yoktu. Takeshi Kitanonun son filmi Akileus ve Kaplumbağa bir Mayınlı Bölge filmi. Resim yapamayan ama hırslı bir ressamın öyküsünü, kendine özgü mizahıyla çok değişik bir şekilde anlatıyor Kitano. Finalde, bizim beceriksiz ressam eşine sarılıyor, mutlu mesut yürüyorlar. Her şeyi batırmış olsa da Biz yeteriz mealinden. Günışığı Temizleme Şirketi, Amerikan bağımsız sinemasının sevdiği türden arızalı bir ailenin öyküsü. Ama sonunda birbirlerine sarılıp meselelerini çözüyorlar. Anlamadığım şey, hiçbirinin böyle bir mesajla ilgisi olmayan bir hikaye anlatması. Ama bir şekilde bir yerinde, sonunda buraya bağlanıyorlar. Bütün dünya sinemasının sözleştiği konu buymuş demek. Babanızın elini öpün, kardeşinizle itişmeyin!..
Her şey
Issız adam kardeşim, sözüm kendini ıssız adam sanan, ilan eden, filmin kendisini anlattığını öne süren herkese. Her şey meselesine bakışın, dikkatimi çekti.
Sahne, kızla evdesiniz. İlk kez ona yemek yapıyorsun. Bir yandan da anlatıp duruyorsun, şu şöyle olur, bu böyle olmaz falan. Diyorsun ki: Bir yemeğe her şeyi koyamazsın. Her şey derken neyi kastettin acaba diye düşünüyorum, şöyle devam ediyorsun: Öyle hepsini bir arada at, çevir, karıştır gibi laflara inanma. Neyi koyuyorduk, neyi koymuyorduk, kafa karıştırmamak için açıklık getiriyorsun: Hepsinin pişme süreci farklı.
Anladım. Hayır zaten eğer üç yaşında değilsen neden bir yemeğe her şeyi koymak ister insan, onu bilmiyorum. Ama koymayız, orada anlaştık.
Anlaştık mı?
Bak, emin misin?
Tamam, her şeyi koymuyoruz.
Peki o zaman. Sahne iki, kızla restoranın mutfağındasınız. Sabah kahvaltı hazırlayacaksınız. Omlet istiyorsun. Neli olsun diye soruyorsun kıza. Cevabı, belki mutfaktakilere ilginç gelmiyor ama filmi izleyenler için ilginç: Her şeyli. Sen ne diyorsun? Bir yemeğe her şeyi koyamazsın mı? Hayır, boru gibi sesinle bağırıyorsun: Bize her şeyli bir omlet!
Issızcığım, bir arkadaşın da dediği gibi: Bir yemeğe her şeyi koyamazsın!
Buradaki garipliğe yapılacak birkaç açıklama geliyor benim aklıma:
* Ya salaksın.
* Ya bizi salak sanıyorsun.
* Ya da yanında hatun varsa kendini kaybediyorsun.
Afiyet olsun!..
Patlamamış mısır - Çağdaş Günerbüyük