03 Mayıs 2009 00:00

Mehmet Ali Nuroğlu: Hayali yoksa insan hiçtir

Çemberimde Gül Oya’nın Mehmet’i nasıl bir ölçüde ‘70’lerin gençliğini temsil ediyorduysa, Başka Semtin Çocuğu Semih de içinde yaşadığımız çağın ruhunu taşıyor. Hal böyle olunca Mehmet Ali’yle ‘70’lerden bugünlere nasıl gelindiğini, “müdahalelerle” karanlık mecralara giden kültürel yaşantımızı, başka çağların çocuklarının başkalaşmış hayallerini konuşmak farz oldu.

Paylaş

Çemberimde Gül Oya’nın Mehmet’i nasıl bir ölçüde ‘70’lerin gençliğini temsil ediyorduysa, Başka Semtin Çocuğu Semih de içinde yaşadığımız çağın ruhunu taşıyor. Hal böyle olunca Mehmet Ali’yle ‘70’lerden bugünlere nasıl gelindiğini, “müdahalelerle” karanlık mecralara giden kültürel yaşantımızı, başka çağların çocuklarının başkalaşmış hayallerini konuşmak farz oldu. Bir hafta önce vizyona giren Başka Semtin Çocukları’nda ve bir hafta sonra girecek Nokta’da baş rol oynayan Mehmet Ali Nuroğlu’yla, hakikatle hayal arasında küçük bir seyahate çıktık hiç hesapta yokken. Taksim Cihangir’de bir araya geldiğimizi de eklemeliyim bir rehberlik hizmeti olarak ki, yolunuzu şaşırmayasınız. Bizi seven arkamızdan gelsin, buyurun!

Çemberimde Gül Oya dizisinin naif devrimcisi Mehmet rolüyle tanıdık seni. ‘70’lerde yaşasaydın nasıl bir tip olurdun?
Ne olurdum bilmiyorum, çünkü biz ‘80 sonrasında apayrı bir dünyaya, farklılaştırılmış bir dünyaya getirildik. Suni bir hayata getirilmiş bir kuşak olduğumuz için her şeye kuşkuyla yaklaşıyoruz bir kere. Ben kendimi herhangi bir gruba dahil etmekte, bir aidiyet hissi yaşatmakta hâlâ çok büyük sıkıntı çekiyorum.

‘Onlara imreniyorum’
Aidiyet, o kuşakla şimdiki arasında temel farklardan biri herhalde…
Aidiyet ve güven. Sonuçta biz öyle büyüdük; “babana bile güvenmeyeceksin”, “her koyun kendi bacağından asılır” gibi laflarla. Bir sahiplenme var dünyayı o zaman. Değiştirme isteği var, umut var, gelecek vizyonu var. Bugün benim sahip olmadığım bir sürü şeye sahip o insanlar. Bunlardan dolayı çokça sıkıntı çekmiş olmalarına rağmen ben onlara imreniyorum, bunu yaşayabildikleri için. Onun insana nasıl bir haz ve yaşama sevinci vereceğini az çok tahmin ediyorum.

İnanmaktan mı bahsediyorsun?..
İnanç çok metafizik, inanç demeyelim de bir güç o, kudret… Yaşamla bir bağ kurabilmek, yaşamın akışıyla; onu sahiplenebilmek. Geçmişiyle, bugünüyle, geleceğiyle hepsine “benim” diyebilmek. Sorumluluk da aynı zamanda. Şimdi gülerler, böyle konuşmalar güldürüyor insanları. Çok bireysel artık hayatlar; kendi gemimizin kaptanı şeklinde kaş göz yara yara gidiyoruz. Nereye gidiyoruz onu da bilmiyorum.

Alt tarafı 30 sene önceden bahsediyoruz, göreceli olarak bu kadar kısa bir sürede bu ölçüde bir fark nasıl yaratılabilir?
Eğer istenirse yaratılabilir, istenmiş ve yaratılmış. Sonuçta bir darbe var, adı bile çok şeyi açıklıyor. Toplumsal hayatı kesmiş, birçok şeyi karanlıkta bırakmış. En önemlisi geçmiş kuşakla aramızda oluşabilecek organik bağı kesmiş. Deneyim aktarımını ortadan kaldırmış, insanların bir araya gelmelerini yasaklamış, ciddi bir korku çemberine almış insanları. Herkesi kendi küçük dünyasına, evlerine, camiasına hapsetmiş. Yaşanmayınca birtakım şeyler geride kalıyor tabii, unutuluyor.

‘Müdahale bizim geleneğimiz’
Geçmiş birikimden beslenmeyen bambaşka bir yere geliyoruz böylece…
Bu hep böyle olmuş ama bizim geleneğimiz galiba bu. ‘60 öncesi de diyebilirsin, Cumhuriyet öncesi de, hep müdahaleler… Toplum mühendisliği denen o lanet modernist inşacılık, korkunç bir şey. Cumhuriyet tarihi -zaten Cumhuriyetin kendisi böyle- geçmişle bağı koparmak üstüne kurulu, o yüzden çok şaşırtıcı değil...

Toplum ona giydirilmeye çalışılan modern kıyafeti de giymedi, değil mi?
Nasıl giysin, buraya göre biçilmemiş ki o kıyafet. Üzerine olmazsa giymez adam. Öyle bir kültürel yapı yok ki burada. Var olan kültürel yapı da darmaduman edilmiş. Anadolu’daki o çok kültürlü yapı ortadan kaldırılmış. Rumlar gönderilmiş, Ermeniler sürgüne yollanmış, kesmişler. Geri kalan azınlıklar, Süryaniler, Ezidiler kaçmış gitmiş. Bugün halihazırda Kürtler aynı sorunu yaşıyor. İslami cemaatler aynı şeyleri yaşamış. Var olan kültür yapısı başka bir yere evriltilmek istenmiş, ne o istenen yere gelinebilmiş -ki zaten olamaz böyle bir şey- ne de o eski yapıyı muhafaza edebilmiş. Güzellikler de kaybolmuş. Şimdi böyle şekilsiz, garip, tanımsız bir kültürüz.

‘Yalanı ne kadar sürdürebilirsin?’
‘Bu ülkede Kürt meselesi Ermeni meselesi yok, Türk meselesi var’ demişsin bu minvalde…
Bugün burada Rumların yaptığı binaların içinde oturup muhabbet ediyoruz. Rumlar nerede? Geçen hafta Mardin’deydim, Ermeni yapıları var. Ermeniler nerede? Ben onları istiyorum. Onlardan arkadaşlarım olsun, muhabbet edelim, çünkü farklılıklarla güzelleşir hayat. Bizde ise nasıl, kupkuru… Kendimizi yapayalnız bırakmışız. Bu bir cinayet, çok büyük bir günah, özellikle bize karşı işlenmiş bir günah, çünkü bizim hiçbir suçumuz yok. Sadece bu da değil. Şuradan aşağıya inelim, Kılıç Ali Paşa Camisi’nin yanından geçerken orada muhteşem hat yazıları var, hiçbirini anlamıyoruz kardeşim. Benim dedemin babası anlıyordu onları. Bu da bir cinayet. Bu tamamen ideolojik bir yapı, kötü niyetli bir iş. O yüzden sorun kafada bitiyor, kafanın değişmesi lazım. O rahatladığı zaman nefes alacağız.

Nasıl değişecek peki?
İlla ki değişecek. Mesela çok iyi hatırlıyorum, ben ortaokuldayken Kürt diye bir şey yoktu, dağ Türkleri vardı. Bugün Kürtçe televizyon açmak zorunda kalıyor adamlar, Ermenistan sınırını açmaktan bahsediyorlar. Değişiyor çünkü, yalanı ne kadar sürdürebilirsin ki?..

Bir yerde, bu konuştuğumuza paralel olarak ‘kendi kültürel kodlarını çözemeden başka kültürlere entegre olmaya çalışıp içinden çıkılması güç bir sosyallik kurduk’ demişsin. Ne tür güçlükler yaşıyoruz bu durumda?
Sinema diyelim mesela; üretim araçları ve tekniği olarak da, felsefesi olarak da tamamen Batı kültürünün yarattığı bir mekanizma. Biz bunu alıp uygulamaya çalıştığımız zaman, eğer kendi kültürümüzden süzdüğümüz değerlerle yaklaşmazsak, ikisini kaynaştıramazsak, o hep bize uzak, yabancı kalacaktır. Nitekim tiyatro yıllar boyu böyle olmuştur Türkiye’de. Çok seçkin bir sanat olarak algılanmıştır. Tiyatro çok naif, dokunabileceğin, halkın kendi yaşantısından çıkarttığı bir sanattır oysa. O sayede bugüne kadar gelebilmiştir. Biz onu bile sindiremediğimiz, kendi kültürel yapımızı dağıttığımız için sadece onu iyi bir şekilde uygulayıp bir standarda erişmeye çabalamışız. Ebeveyninin gözüne girmeye çalışan çocuk misali... bu da sonuçta bir şey yaratmıyor. Bunun dışına çıkmaya çalışan insanlar olmamış mı bireysel çabalarla; Yılmaz Güney mesela. O da seçkin kültür zümresi tarafından anlaşılamamış. Kendine ait bir şey yaptığın zaman hakiki bir şey yapmış oluyorsun, hakiki bir şey de insanı korkutuyor. Çünkü biz hakikate alışık bir toplum değiliz. Biz ezberleriyle yaşayan bir toplumuz. Modelleri olan ve modelleri tartışılmayan bir toplum... Her şey denenmiş de doğrusu bulunmuş gibi hiçbir şeyin sorgulanmadığı bir toplum. O topluma hakiki bir şey koydun mu insanları irkiltiyorsun. Halbuki sanat odur, yoksa neden sanat olsun ki?..

‘İnsanlar hızla köleleşiyor’
Hakiki deyince Başka Semtin Çocukları’na gelmeli herhalde. ‘Bizim mahalle aşağıki mahalle, sizin mahalle yukarıki mahalle’ diye bir şarkı var ya, eğlenceli, dalgaya alan… Yukarı zengin mahalledir de aşağıki yoksullarınki. Kavgalıdırlar haliyle. Zenginle yoksul arasındaki kavga anlaşılırdır sonuçta. Ama aşağıki mahalle neden birbirine girer?
Filmin mevzusu da o; aynı dertleri çeken insanların, yani aynı sınıftan insanların kendi aralarında o ortaklaşalığı kuramamış olması, onun bilincinde olmamaları ve birbirlerini farklı görmeleri. Onun yarattığı gerilim ve çatışma. Bu bölünme ve çatışma istenen bir şey zaten. Birbirlerini farklı görseler de -dinlerinden, dillerinden dolayı- aslında onlar aynılar. Sonuçta aynı fabrikada çalışıyor Alevi çocukla Sünni kız, aynı yerdeler yani. Benim oynadığım karakterle benim karşıma konan karakter, ikisi de Güneydoğu’da savaşmışlar asker olarak, aynı sorunları yaşamışlar, aynı yerdeler onlar da…

İkisi de askerden gelmiş ve aynı travmayı yaşıyorlar; kabusları, çelişkileri aynı… Neden karşı karşıya geldiklerinde hiç yakınlık duymuyorlar birbirlerine? Bu uçurum, bu öfke nasıl oluşuyor?
İnsan hayata tutunacak bir şey arıyor, onu da kendisi üretemeyince bir kimliğe ait olma isteğine tutunuyorlar. Senin bir Sünni aileden gelmiş olman ya da Alevi çocuğu olman, Hristiyan ya da Budist olman sadece tesadüf, senin elinde olan bir şey değil. Ama sen büyük bir yoksullukla, hiçbir sosyal güvencen olmadan; bir garantin, bir geleceğin olmadan sürekli tehdit altında yaşıyorsan… Hızla köleleşiyor insanlar. Kölelik fiilen yasaklandı ama aslında devam ediyor. Belki karnı doysa, yarına dair umudu olsa onlara o kadar tutunmayacak.

‘Hayal kurmak küçümseniyor’‘70’ler için ortak bir hayal, dünyayı değiştirme isteği varken, bahsettiğimiz alt kimliklere tutunmazken insanlar, şimdi herkes küçük cemaatinde mi yaşamaya çalışıyor, o cemaati savunarak?
Bu sistem içinde başka şans yok, “ben şurada durayım” deme hakkın yok, bunun zemini de yok. Onun dışına çıkmak için farklı bir politik bilinç gerekiyor. Yaşadığımız gün sanki daha önce bir gün olmamış gibi, başka bir dünya hiç olmamış ve olamayacakmış gibi bir algı yaratmış durumda. İnsanlar o yüzden “hayalcilik” yapmak yerine bu sistemin içerisinde kendi hayatlarını kurtarmaya, yırtmaya çalışıyor. Ama tabii ki bu bir yanılsama; tarih var çünkü, ne olacağını bilmediğimiz bir yarın var. İnsanın hayali yoksa insan hiçtir. Ünlü olmak, tanınmak hayal olmaz mesela. Hayal başka bir şey. Bunlar insanın yaşarken başına gelecek şeyler. “Bunlar hayal değil, bunlar yapılabilir şeyler. Benim hayalim Fenerbahçe’de santrfor oynamak” demişti biri.

Hayaller sadece sihirli değnekle gerçekleştirilebilecek şeyler mi yani?İlla gerçekleşmesine lüzum yok ki, kurmak bile yeterli bazen. Ama hayal kurabilmek bir güç, hayale elverişli zemin yok çünkü. Asıl hayal kuramadığın zaman karamsarlığa düşüyorsun. Hayal artık küçümsenen bir şey, ama bizim işimiz hayal. Sanat hayal zaten, ne ki?

Nokta haftaya vizyona girecek, başrol oynuyorsun o filmde de. Yukarıda hat sanatının da unutulduğundan bahsetmiştin. Nokta’nın hatla kurduğu ilişkiden bahseder misin?
Hat sanatında “ihcam” denen bir teknik var; yazıya başladığında kalemi kaldırmadan sürekli bir şekilde sonuna kadar gidiyorsun. Ve bir süreklilik hali var. Derviş (Zaim) de ondan ilhamla filmi tek plan olarak çekti. Bizim filmimizde kesme yok. Yakın, uzak plan, farklı kamera falan gibi sinema teknikleri yok. Tek mekan, tek kamera, tek plan. Başlayıp biten bir film. Dünyada çok fazla örneği yok, Türkiye’de de ilk. Film iyilik-kötülük, suç-ceza, vicdan gibi konuları işleyen kişisel ahlakla ilgili bir film. O noktada çok etkileyici bir film olduğunu, festivallerde izleyen seyircilerin, alışıldığının aksine bir sürü soruyla gelmiş olmasından biliyorum. Çok geniş bir kitleye hitap edebilecek çok güzel bir film çektik.
Devrim Büyükacaroğlu
ÖNCEKİ HABER

Başka

SONRAKİ HABER

Benim de sesim var

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...