04 Mayıs 2009 00:00

YAZILAMA

Geçen hafta bu sayfalardan “Dans edemediğimiz devrim” (http://getir.net/e60) başlığıyla yayımlanan Emma Goldman’a mektup, bazı olumsuz tepkilerle karşılaştı. Bir dostum yazıyı düpedüz “tiksinç” buldu; bir okur e-mektubu, ait olmadığım bir siyasi bağlanıma veriştirmekle başlayıp bir gün dans etmeyi öğrenmem temennisiyle bitiyordu.

Paylaş

Geçen hafta bu sayfalardan “Dans edemediğimiz devrim” (http://getir.net/e60) başlığıyla yayımlanan Emma Goldman’a mektup, bazı olumsuz tepkilerle karşılaştı. Bir dostum yazıyı düpedüz “tiksinç” buldu; bir okur e-mektubu, ait olmadığım bir siyasi bağlanıma veriştirmekle başlayıp bir gün dans etmeyi öğrenmem temennisiyle bitiyordu.
Tüm bu tepkilerin, yazının müthiş etki gücünden falan değil, yetişkin ömrünün neredeyse tümünü doğrularıyla yanlışlarıyla kavgaya vermiş bir devrimciye duyulan saygıdan ötürü olduğunu biliyorum. Emma’nın tarihsellik dışı, dolayısıyla idealist, soyut, apolitik ‘her türlü otorite’ düşmanlığı, onu egemenlerin havada kaptığı bir Sovyet ve sosyalizm karşıtlığına sürüklemiş olsa da, onun mücadelesinin gerçek mirasçıları sınıf mücadelesini tarihsel diyalektiği içinde kavrayanlardır, mesela feministler ya da anarşistler değil.
Genelde sol eğilimli okuryazar takımının uğradığı bir barın yine Emma’nın sözünün yanlış bir çevirisiyle süslü Mayday Parti’ye davet afişini tüm bu tartışmalar sırasında ve takvimler Taksim’in egemenlerden geri alınışına dönerken gördüm. Taksim artık bizim. Marx’ın hürmetle “İhtiyar” diye seslendiği Hegel’den esinlenerek diyebiliriz ki, Taksim’in fethine giden yol, bizatihi Taksim’in fethi oldu. Sokaklarda çarpışan, ölen, tutsak düşen, hesap soran devrimciler, baharı ören cemrelere eşlik ediyorlar ve gündemin dümenini devrime çeviriyorlar.
Tüm bu yoğunluk içinde, kültürel düşünme biçimlerimizin bazı ayrıntıları, Eagleton’ın dediği gibi “siyasi solun hiç de acil şekilde yanıtlaması gereken konular değildir” belki, “ancak siyasi hegemonyayı elde tutma mekanizmalarıyla ilgili derin bir kavrayış, etkin siyasi eylem için zorunlu”dur. Bizim kavrayışımız bilgelik denizinin sadece yüzeyinde kalırsa, ezen sınıfların hegemonya kurmaları kolay olur.
Oysa bilgeliğin üç düzeyi var. 1) Klişeler düzeyi: Harcıalem olana sorgulamadan bağlanma. Bu düzeyde sloganların, klişelerin tek doğru olduğu düşünülür. 2) İkona kırıcılık düzeyi: Harcıalem olanı külliyen reddetme. Bu düzeyde slogan ve klişelerdeki yanlışlıklar ya da eksiklik fark edilir. 3) Hakkını verme düzeyi: Harcıalem olandaki hakikat payı bilinir, ama sorgulama elden bırakılmaz.
İlk bilgelik, klişeleri üreten; ikincisi klişeleri reddedip bilincin kapılarını gerçeğin başka yönlerine açandır. Üçüncüsü, klişelerin ardındaki büyük gerçeklerin farkında olan; sırf klişe oldu diye bir gerçeğe gözünü kapayacak kadar “klişe” olmayan; ama klişelerin gizleyebileceği başka gerçeklere de gözünü açık tutandır. Burada basmakalıplardaki bilgelikler fark edilir, fakat klişelerin klişe olmaktan gelen sınırlılıkları unutulmaz.
Devrimin “ciddi” bir iş olduğu, öyle dans etmeye ya da “Nevski bulvarı’nda gezmeye” benzemediğini ilk düzey söyler. Ancak, çok güçlü bir gerçeğe işaret ettiği için böylesine yaygın kabul gören bu düzey devrim gibi muazzam bir bütünü kavramaya yetmez. Emma’nın içinde dans olmayacaksa devrime katılmak istememesi klişeleri yıkma düzeyine karşılık gelir. Bu iki bilgelik düzeyine de ihtiyacımız var. Devrimin ciddi bir iş olduğunu hatırlamaya da, devrimin sadece çıplak “devrimci faaliyet”e bırakılamayacak kadar ciddi bir iş olduğunu bilmeye de... Fakat devrimin teorisini ve pratiğini gelecek binyıllara taşıma niyeti olanlar, bu iki düzeyde de saplanıp kalamaz. Dansın, eğlenmenin, sanatın elbette çok önemli olduğunu, fakat devrim denen büyük hareketin toplumsal, tarihsel önemini göz ardı edip kültürel meseleleri önkoşul olarak sunmanın devrim kaçkınlığı olduğunu bilmeliyiz. Tarihsel Emma’yla hesaplaşmak için değil, bugün yaşayan küçük burjuva aydın kültürelciliğiyle hesaplaşmak için.
Devrimimizin dansıyla ve kültürüyle olduğu kadar ekonomisi ve toplumsallığıyla dört başı mamur olması için bilgeliğin ne ilk ne de ikinci düzeyiyle yetinemeyiz. Bilgelerin bilgesi olmalıyız. “Felsefe”nin anlamının hakkını vererek, bilgeliği sevmeliyiz; bilgelik sevici olmadan. Devrim denen büyük ütopyayı gerçekleştirme işi bundan aşağısını kurtarmaz.
BARIŞYILDIRIM
ÖNCEKİ HABER

Kazım ödül töreninde...

SONRAKİ HABER

EKONOMİ VE POLİTİKA

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa