07 Haziran 2009 00:00
Zeus sunağı
Kadının bir armağanıydı Umut
Manheim Göçmen Kadınlar Derneğinin düzenlediği Strasbourg gezisi vesilesiyle... Manheim Göçmen Kadınlar Birliğinin düzenlediği Strasburg gezisine ilgi, beklentilerin üstündeydi...
Manheim Göçmen Kadınlar Derneğinin düzenlediği Strasbourg gezisi vesilesiyle...
Manheim Göçmen Kadınlar Birliğinin düzenlediği Strasburg gezisine ilgi, beklentilerin üstündeydi...
Zaten bu birliğe katılır katılmaz hemen birbirleriyle kaynaşan üyeler, kendileri için en yaşamsal bir olgunun bilincine ulaşmış olmanın coşkusu içindeydiler: Evet, bin yıllardan beri kadın hep eziliyor ve hep ikinci sırada, hatta çok zaman tam bir kölelik düzeyinde yaşamını sürdürmek zorunda kalıyordu... Oysa biraraya gelip, Artık yeter! dediklerinde, sorun kendiliğinden çözülecekti. İşte coşkuları bu sezgiden kaynaklanıyordu!
Otobüsümüz güneşli Fransa kırlarında yol alırken, savaşın ve köleliliğin olmadığı ilkçağlarda, kadının erkeklerle aynı düzeyde sözününün geçtiğini anlatmaya çalıştım. Gerçekten de anaerkil yaşayan halklar vardı Anadoluda. Bu bağlamda evrensel uygarlığın anası olan Mezopotamyalı Sumerlerin baştanrısı İnanna bile bir kadındı... Daha sonra adı Kibele oldu; ardından Efesteki görkemli heykelinde görüldüğü gibi, çok memeli bereket tanrıçası Artemise dönüştü... Ne var ki Yunan çağında Baştanrıça, artık Zeus adlı bir erkeğe bırakıyordu tahtını!. Çünkü demirin keşfiyle birlikte uzun erimli savaşlar, en çok gelir getiren bir ticarete dönüştü. Savaş sonu derlenen köleler iyi para ediyordu... Haliyle kadının yazgısı da buna koşut olarak değişti! Köle ve ziynet derlemek için savaşa giden soylu sınıfın erkekleri, kadınlarını eve kapatıyorlar; böylece onları yalnızca ilerde miraslarına konacak çocuk üreticisi aletlere dönüştürüyorlardı... Bu aşamadan sonra artık anasından suçlu doğmuş olmakla baskılanan kadın, bu hayali suçluluğun ezikliği içinde, haliyle kendine dayatılan kölelik yazgısına katlanmak zorunda kalacak ve bu yazgı, daha sonraki çağlarda da, bazen çok daha ağırlaşarak sürüp gidecekti. Bu olguyla ilgili olarak antikçağın bir mitosunu anımsattık...
İlk kadın Pandoranın yaratılışı
İnsanoğulları; ilk yaratıldıkları çağlarda her türlü hastalıktan, acıdan hatta ölümden bile habersiz, öylesine yaşayıp gidiyorlardı... Üstelik kadın diye bir insan cinsiyeti de yoktu! Erkekler kendiliklerinden gebe kalıyor, sonunda kendiliklerinden doğuruyorlardı!... Ve Olimpostaki sarayında saltanat süren Baştanrı Zeus da, insanların böylesine kör ve isyansız yaşamından çok mutluydu!. O yüzden de zaten onları ısıtıp ışıklandıracak ve bunun sonunda onları özgürleştirecek ateşi köşe bucak saklıyordu!
Ne var ki Baştanrı Zeusun ürktüğü şeyler başına gelmeye başladı!.. Çünkü ona sürekli diş bileyen Tanrı Prometeus; hem ondan öcünü almak, hem de çok sevdiği insanların ışığa ve özgürlüklerine kavuşmaları için ateşi çalıp dünyamıza ulaştırıverdi! Böylece ateşle ışıyıp aydınlanmaya başlayan insanlar; tanrılarda bile bulunmayan olağanüstü yeteneklerini kullanarak, kendilerine köleliği dayatan tanrılara ve onların temsilcileri olan egemenlere karşı isyan bayraklarını açtılar. Dünyayı gönüllerince, barış ve kardeşlik içinde şekillendirmeye başladılar. Bunun üzerine Baştanrı Zeus; bu isyancı yaratıkları cezalandırmak üzere, topal tanrı Demirci Hefaystosa, kadın cinsinden yeni bir insan türü yaratmasını buyurdu...
İyi yürekli Hefaystos da hemen suyla toprağı karıştırıp bir güzel yoğurdu. Aşk ve güzellik tanrıçası olan karısı Afroditi de model olarak oturttu karşısına. Elindeki çamurla ilk kadını şekillendirdi. Ve hünerli elleriyle yarattığı bu olağanüstü güzel kadını, tanrı ve tanrıçaların toplandığı salona götürdü. Bütün tanrılar hemen ayağa kalkıp bu güzel kadını uzun uzun alkışladılar...Ve onu olağanüstü yeteneklerle, armağanlarla donatmaya başladılar...Örneğin Tanrıça Atena, kendi elinden çıkma giysiler sundu ve kumaş dokumasını öğretti ona. Kimi tanrıçalar boynuna kolyeler taktılar, başına rengarenk çiçeklerden yapılma taç koydular. Baştanrı Zeusun kendisi de dil verip dillendirdi onu ve adının da Pandora olduğunu söyledi. Bu ad, bütün tanrıların ortak armağanı anlamına geliyordu Sonra da Zeus, hiç kapağını açmamasını tembihlediği bir kutu tutuşturuverdi Güzel Pandoranın eline!..
Artık içi dışı tanrıların armağanlarıyla donanan Pandora; Tanrı Prometeusun erkek kardeşi Epimeteusa eş olarak dünyamıza yolcu edildi.! Böylece yeryüzünde ilk kadın-erkek evliliği de gerçekleşmiş oldu... Pandora da çeyizleri arasında getirdiği Zeusun armağanı olan kutuyu açmaması konusunda kocasını uyardı...
Ne var ki Epimeteus; bir gece hiç ayırdında olmadan çok merak ettiği bu kutunun kapağını açıverdi! Karısı Pandoranın kutuyu açmaması konusundaki uyarısını anımsar anımsamaz da, hemen kapağını kapattı! Ama artık çok geçti! Çünkü Zeusun insanlardan öcünü almak üzere kutunun içine koyduğu, ölüm de dahil hastalıklar, savaşlar, bütün kötülükler kutudan çıkıp yeryüzüne çoktan dağılmışlardı!
Kocasının bu tedbirsizliğine Pandora çok üzüldü... Uzun uzun gözyaşları döktü. Çünkü bundan böyle kadın; yeryüzüne egemen olacak bütün kötülüklerin kaynağı olarak gösterilecek ve bir günah keçisine dönüştürülecekti... Böylece suçluluk ve günah duygularıyla baskılanan kadın; bin yıllar süresince sömürülüp köleleştirilecekti....
Pandora, kocasının hemen açıp kapattığı kutunun içinde acaba iyi bir şey kaldı mı diye üzgün üzgün kapağı yeniden açtı: İçinde kala kala yalnızca umut kalmıştı!
Pandora da hemen avucuna aldığı umutu, büyük bir coşkuyla havaya üfledi... Ve onu gelecekteki bütün masum insanlık adına, acılı dünyamıza armağan etti
Faşizm her zaman hortlayabilirdi
Hemen unutmadan geziyi düzenleyen Fatma Biber, Aysel, Ayşe, Elif... arkadaşlarla birlikte geziye katılan arkadaşlara teşekkür etmek, örgütlü olma çabalarını yürekten kutlamak istiyoruz....
Bu arada Strasburg yakınlarında gezdiğimiz ve Hitler faşizminin o ünlü başyapıtlarından (!) Struthof Toplama Kampı konusunda da birşeyler söylemek isterdik. Ama şimdilik ondan sözedecek ne yerimiz, ne de yüreğimiz var. Onu unutturmamak için ondan bir başka sefer söz edelim diyoruz.. Çünkü bu kampların daha beterlerini oluşturmak için faşizmin sürekli pusuda yattığının bilincindeyiz. Şimdilik bu kampın ürkünç koşullarında, 52 bin tutukludan 22 bininin fırınlarda ve gaz odalarında, ölü yada diri olarak yakıldığını söylemekle yetinelim.
Ne var ki insanüstü bir yaşama direnciyle sağ kalabilenleri de, insanlığın mutlaka ulaşacağı Altınçağı muştulayan ve Pandoranın armağanı olan o umut kurtarmıştı, diye düşünüyoruz.
Hiç abartmadan... f
Yaşar Atan