08 Haziran 2009 00:00

YAZILAMA

Tiyatro Tempo’nun Kazandık adlı oyununu izlerken aklımda şu mahut didaktizm tartışması vardı. Sanat teorisinin ilk bilgeleri bize sanatın her zaman öğretici olması gerektiğini söylediler. Ama tarihin saati Aydınlanma’yı geçip 20. yy’a dayandığında, didaktizm neredeyse kötü sanata eşit kabul ediliyordu. Brecht’in dahiyane müdahalesi bile bu yanlış eşitliği kafalardan silemedi. Bilgeliğin ilk iki düzeyini aşıp üçüncü düzeyine varamadık.*

Paylaş

Tiyatro Tempo’nun Kazandık adlı oyununu izlerken aklımda şu mahut didaktizm tartışması vardı. Sanat teorisinin ilk bilgeleri bize sanatın her zaman öğretici olması gerektiğini söylediler. Ama tarihin saati Aydınlanma’yı geçip 20. yy’a dayandığında, didaktizm neredeyse kötü sanata eşit kabul ediliyordu. Brecht’in dahiyane müdahalesi bile bu yanlış eşitliği kafalardan silemedi. Bilgeliğin ilk iki düzeyini aşıp üçüncü düzeyine varamadık.*
Öğretmek, ikna etmek, örgütlemek, ajitasyon ve propaganda… Hayatın istisnasız her alanı gibi bunlar da sanatta yer almayı hak ediyor. Yenisömürgeci emperyalizmin dünyayı arka plan olarak çizdiği cehennem karikatürü düşünülürse, bunun sadece hak değil, etik ve/ya politik bir görev olduğu söylenebilir. Sanatçı bize vücut dışkılarından ya da cinsel fantezilerden bahsedebilecek ama mesela emperyalist işgalin kötü, ona karşı çıkmanın iyi bir şey olduğunu söyleyemeyecek öyle mi?
İkinci düzeyde takılanlar “Öyle” diyecektir; “didaktizm sanatın katilidir.” Kör kıskançlığın felaketlerini Othello’yla anlatan Shakespeare de katılmayacaktır onlara, öğreti oyunu gibi bir türü sanat tarihine armağan eden Brecht de -ki kendisi ukala bir öğretmen pozuna bürünmeden öğretmenin ne denli engin sanat ufuklarına kapı açabileceğini göstererek üçüncü düzeyden bir bilge olduğunu göstermişti.
Şeylerin diyalektiğini bütün yanlarıyla kavrayan üçüncüsü, bugün asıl ihtiyaç duyduğumuz düzey olsa da bilgeliğin her düzeyinin hakkını vermek gerek. Sanattan hep eğitici olmasını isteyenler gibi sanatın sıkıcı bir öğütçübaşı olmasını istemeyenler de belli bir haklılığı temsil ediyorlar. İkincilerin yakınışlarını haklı kılan, öğretici sanatın kötü yapıldığı zaman her verdiği öğütle aslında kendisinin ne denli akıllı, nasıl değerli bir zat olduğunu göstermeye çalışan bir emekli öğretmene benzemesi. Didaktizm diye öcüleştirilen şey, aslında öğretmek değil öğrettiğini başına kakmak; bu yüzden de asla iyi öğretmemek. Ama bu yüzden, genel olarak didaktizmi suçlamak, kötü öğretmenler yüzünden okulların kapatılması gerektiğini söylemek kadar yüzeysel bir tepki.
Girişte bahsi geçen gençlik oyununu yöneten Bülent Acar da oyundaki kuklaları tasarlayan, rejiye katkı sunan Haluk Yüce de didaktizmin kötüye kullanılışının fazlasıyla farkında olan, önemli sanat ürünlerine imza atmış kişiler. Yüce, Tiyatro Tempo ile birlikte neredeyse çocuk oyununda nitelik kıstaslarını saptayabilecek işler üretmekle kalmıyor, yetişkinler için de iyi tiyatro yaparak çocuk tiyatrosunun başlı başına bir disiplin olduğunu, sadece bir kazanç kapısı ya da “büyük tiyatrosu” yapmadan önce acemiliği atmak için kerhen geçilmesi gereken bir evre olmadığını gösteriyor. Acar ve Yüce tarafından Alman yazar Anja Tuckermann’ın Türkiye’de yaptığı uzun bir çalışmayla ürettiği metninden yola çıkarak, emek yoğun bir prova süreciyle sahnelediği Kazandık ise belki de ülkemizin ilk gençlik oyunu.
Fakat oyun, bu parlak ‘CV’sine ve saat gibi işleyen matematiğine rağmen yavan öğütleri ortaya savuran bir tartışmalar resmi geçidi olmaktan kurtulamıyor. Bunun sebebi, büyük ölçüde, sadece diliyle değil konuları ele alış biçimiyle de tercüme kokan metin. Türkiyeli yazarlar tarafından Türkiye hakkında Türkçe yazılmış oldukları halde bir türlü çeviri bir eser okuyormuşuz duygusundan kurtulamadığımız bazı son dönem romanlarına benziyor. Sonunda bütün gençlerin iş ve eş bulmasıyla ülkemiz gerçekliğinden mutlu bir rüya boyu uzağa düştüğünü gösteren oyuna dair söylenecek çok şey var. Ama son bir notla bitirelim: Aile baskısından bekarete türlü gençlik hallerini tartışan oyunda, gençlerin akademik sorunları için olsun örgütlenmek, hiç olmazsa bir öğrenci derneği kurmak falan gibi bir gündemlerinin hiç olmaması, örgütsüzlüğün ne denli kanıksanmış olduğunu gösteriyor. Çaresizliğin kendisinden çok onu kanıksamak daha tehlikeli galiba. Çünkü kanıksanmamışsa, çaresizlik diye bir şey yoktur.
* 4 Mayıs Yazılama’sında (http://getir.net/0pt) bu düzeyleri bir başka bağlamda tartışmış ve bilgeliğin üç düzeyini tarif etmiştik.
BARIŞYILDIRIM
ÖNCEKİ HABER

Sinemanın kalbi Adana’da atacak

SONRAKİ HABER

SÖZ OLA TORBA DOLA

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...