13 Haziran 2009 00:00

Sürgün biraz da yol demektir

“Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar?” isimli kitabında 12 Eylül döneminde sürgün edilen bir öğretim görevlisinin kendisiyle hesaplaşmasını tüm çıplaklığıyla anlatan Feyza Hepçilingirler ile kitabını ve 12 Eylül döneminin sancılarını konuştuk. Aynı zamanda bir yol romanı da olan “Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar?”, yakın tarihimize farklı bir pencereden bakıyor.

Paylaş

“Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar?” isimli kitabında 12 Eylül döneminde sürgün edilen bir öğretim görevlisinin kendisiyle hesaplaşmasını tüm çıplaklığıyla anlatan Feyza Hepçilingirler ile kitabını ve 12 Eylül döneminin sancılarını konuştuk. Aynı zamanda bir yol romanı da olan “Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar?”, yakın tarihimize farklı bir pencereden bakıyor.

Bizlere ‘Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar?’ adlı kitabınızın oluşum sürecinden bahseder misiniz?
Bu kitaptan önce başka bir kitabımı hazırlıyordum. O kitabımı hazırlarken bir sürgün yedim ve o kadar içime oturdu ki, tam 12 Eylül günleri neden sürüldüğünüzü, neden böyle bir şey ile karşı karşıya kaldığınızı bilmediğiniz günlerdi. Gittim geldim, o süreç bitti ama öyle büyük bir tortu bıraktı ki içimde, onu anlatmadan rahat edemeyeceğimi fark ettim. Yaşadıklarımı anlatmaya, yaşadıklarımı ifade etmeye karar verdim. “Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar?” işte bu yaşananların ürünü. 12 Eylül döneminde yaşananların ardından anılarımın, acılarımın taze olduğu bir kitap. Bir anlamda o döneme ait belgesel niteliğinde.

12 Eylül döneminin sancılarını bir aydın, hele de bir kadın olarak yaşadınız. Kitabınızda o dönem bir belgesel titizliğiyle anlatılıyor. Size göre edebiyatımızda 12 Eylül gerektiğince anlatılabildi mi?
Ben 12 Eylül’ün gerektiği kadar anlatılamadığını düşünüyorum. Örneğin 12 Mart edebiyatından bile söz edilebilirken... 12 Eylül sadece sinemada anlatılabildi. Edebiyatta gerektiği değeri bulmadı. Oysa 12 Eylül de 12 Mart kadar yıkıcı bir darbeydi. Herkesin üzerinden silindir gibi geçen bir darbeydi. Buna rağmen neden edebiyatçılar tarafından bu denli eksik bırakıldı bilemiyorum belki de üst üste yaşandığı için. Ben o sebeple bu kitabımı gençlere adadım. Çünkü gençlerin o günleri bilmediğini düşünüyorum. Gençler yaşanan acıları bilsinler, unutmasınlar diye kitabımı gençlere adadım.

Yazılarınızda şunu hemen görebiliyoruz: Tarafsınız, dilin yalın ve doğru kullanımından yana tavır alıyorsunuz; bunun sebebi ne?
Neredeyse sadece bu sebeple edebiyat çalışmalarıma ara verip dilin kullanımına dair eserler yayınlamaya başladım. Her hafta buna dair yazılar yazıyorum. Elbette dili titiz kullanmaya çalışıyorum. İnsanlardan da bunu bekliyorum. Dil ile ilgili umursamaz bir yapı egemen toplumumuzda. Anlatılanları özenmeden anlatan bir yapı hakim ne yazık ki.

Kitabınızda ‘Kendime yenik düşmemeliyim’ diyen Sibel’in öyküsünü anlatıyorsunuz. Yaşamımızda alabileceğimiz en kötü yenilgi kendimize ait olan yenilgi midir?
Bence evet, kendisine olan yenilgidir. İnsan kendisiyle ilgili bir yenilginin ardından kolay kolay toparlanamaz. Kendisine güvenen kendisine inanan bir insan, dıştan gelen tüm zorluklarla mücadele edebilir. Ama kendisine karşı alınan bir mağlubiyet insanı oldukça zor durumda bırakabilir. Bundan kurtulması biraz zor olur.

‘Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar?’ aynı zamanda çok güzel bir yol romanı. İzmir-Trabzon yol arası öykünüzde fotoğraf sevginizin de bir katkısı oldu mu?
Elbette olmuştur. O zaman da fotoğrafa çok meraklı değildim açıkçası ama baktığını gören gözlere sahip olmaya çok meraklıydım. Sadece bakıp geçmezdim olaylara. Şimdilerde bu tutkum daha belirgin hale geldi. Artık çantamda bir fotoğraf makinesi taşıyorum. Gördüklerimi, yaşadıklarımı makineye kaydediyorum. O dönemlerde fotoğrafı makineyle değil gözlerimle çekiyordum. Geçen hafta Ordu’ya gittim. Sürgün nedeniyle geçtiğim yollardan tekrar geçmek, Karadeniz’i yeniden görmek heyecanlandırdı beni. Şimdilerde pek çok değişmiş ama Karadeniz yine yemyeşil, hâlâ mavi. Bu beni oldukça mutlu etti. O dönemlerde bakışlarım oldukça farklıydı, şaşkındı. O dönemde ilk kez gördüğüm yerlerdi. Sürgün biraz da yol demek, o gidip gelmeler arasında biraz da Karadeniz’i keşfetmeye koyuldum.

‘Sevginin Eskimezliği’ 1985-1987 yılları arası, ‘Yine Ziller Çalıyor’ 1987-1989 yıllarında yazılmış. Öykülerinizi yazıp tamamlamanız neden bu kadar uzun süre alıyor?
Aslında ben sürekli öyküyü düşünüyorum. Öyküye hiçbir zaman ara vermedim. Baktığım her yerde öykü görüyorum. Sadece bende öyküyü yazma ve tamamlama süreci biraz uzun sürüyor. Belki de gereksiz yere biraz kaygılanıyorum. O yüzden öyküler arasında zaman biraz uzuyor. Yeni öykü kitabımı da hazırlıyorum. Ama onlar da çeşitli aralıklarla yazılmış öyküler. Bendeki öykülerin oluşumları çabuk ama yazılmaları uzun ve sancılı oluyor.

Bir söyleşinizden hatırlıyorum. ‘Bir kitaba ad koymak da o kitabı yazmak kadar zihinsel uğraş gerektirir’ diyorsunuz. Sırf ismi güzel olduğu için aldığınız kitaplar oldu mu?
Elbette oldu. Mesela, Tuna Kiremitçi’nin “Git Kendini Çok Sevdirmeden” isimli kitabını bu sebeple almıştım. Çok güzel bir isimdi. Sadece kitaplara ad koymak değil öykülere ad koymak da bazen öyküyü yazdığım süreden daha uzun sürüyor. Aklıma ilk gelen adı koymaktan kaçınıyorum. Bazen koyduğum adları dostları beğenmiyor ama ben hiçbir zaman pişman olmadım. Bazen isimleri uzun diye eleştirilse de, ben bu durumdan mutsuz olmadım. Çok titiz düşünüp karar veriyorum.

Okuyucular aldıkları kitaplarda kendilerine göre şeyler olsun isterler. Okudukları yazar şöyle yazsın, şunu anlatsın diye düşünürler. Peki siz bir yazar olarak nasıl bir okuyucu istersiniz?
Bu kitabın yeniden basımının ardından okuyuculardan gelen tepkiler kendilerini bulduklarına ilişkindi. Çünkü benim anlattığım çalışan kadının iç dünyası çok farklı, edebiyata yansımamış ya da benim okurumun okudukları edebiyatta yer almayan şeylerdi. Okurlara bu kitap çok ilginç geldi. Kendilerini anlattıklarını düşündüler. Benim okuduğum kitaplarda ise yazarın beni anlatmasını istemiyorum. Benim öyle bir beklentim yok. Ben, yazar bana başka bir dünyanın kapılarını açsın isterim. Beni anlatmasına gerek yok, bunu ben de yapabilirim. Tabii edebiyatın kalıcı olmasını sağlayan şeyler önemlidir. Benim 1980 yıllarında yazdığım bir öyküyü yaklaşık 25 sene sonra okuyan öğrenci bir kız, yanıma gelip “Ama siz beni anlatıyorsunuz. Beni nereden tanıyorsunuz?” deyip adeta bir anlamda benden hesap sormuştu. İnsanlarda birçok yan ortak. İçtenlikle kendinizi anlattığınızda birçok insan kendilerini anlattığınızı düşünecektir. Pek çok duygumuz, yanımız ve hissimiz ortak. Aynı biçimde seviyoruz, özlüyoruz. Duygular insandan insana değişmiyor. Seçtiğiniz özelliği güzel anlatmışsanız, bu, insanın orada kendisini bulmasını sağlıyor.

ÇOCUK EDEBİYATI YOK
Yeni çalışmalarınız neler?
Türkçe ile ilgili çalışmalarım sürüyor ve devam edecek. Son zamanlarda çocuk kitaplarında olağanüstü bir artış olduğunu gözlüyorum. Daha önce çocuk edebiyatıyla ilgili eserler yayımlamayan yayınevleri bile artık bu kitapları yayımlıyor. Ama maalesef çocuk edebiyatı kapsamına bu kitapları alamıyoruz. Çocuk kitabı çok ama çocuk edebiyatı az. Bu yönde çalışmalar yapabilirim. Çocukların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Genel sürükleniş benim istediğim yönde değil. Daha bilinçli nesiller yetişmesini, insanların kültüre daha çok önem vermesini diliyorum. Çocukların daha bilinçli şartlarda yetişmesini diliyorum. Çocukların daha bilinçli bir edebiyatla karşı karşıya gelmesi gerekiyor. Bunu da başkalarının yapıtlarından beklemektense ben yapabilirim diye düşünüyorum. Eski kitaplarımın yeni baskıları çıkıyor. Çocuklara birtakım şeyleri ‘edebiyat dili’ ile anlatmaya dair bir gayret içindeyim. Buna ne denli vakit bulabilirim şu an tam bilemiyorum ama çocuklarla ilgili şeyler yapmak istiyorum. Ama ondan önce bir öykü kitabım çıkacak. Daha çok göç kavramıyla ilgili öykülerin yer aldığı bir kitap olacak. 10-12 öyküden oluşan bir kitap olacak. Bunu tamamlama sürecini de yaza bıraktım. Birkaç öyküyü daha tamamladığımda kitabımı bitirmiş hissedeceğim kendimi.
Refik Sıla Güvenç
ÖNCEKİ HABER

Avrupa Ligi’nde statü netleşti

SONRAKİ HABER

‘İki dil bir bavul’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa