15 Haziran 2009 00:00

SÖZ OLA TORBA DOLA

Geçtiğimiz günlerde Hakkari’de çıkan olayın içindeki çocuklardan birinin bir polisçe, açık alanda tüfek dipçiği ile evire çevire dövülmesi günlerce konuşulmuştu. Korkunç bir olaydı kuşkusuz. Bir çocuk...

Paylaş

Geçtiğimiz günlerde Hakkari’de çıkan olayın içindeki çocuklardan birinin bir polisçe, açık alanda tüfek dipçiği ile evire çevire dövülmesi günlerce konuşulmuştu. Korkunç bir olaydı kuşkusuz. Bir çocuk, bir güvenlik sorumlusu ve bir dipçik. Gücü gücüne yetene olan bir dayağın içinde.
Bir yakınım Ankara’da karakolda yaşadıklarını anlatırken bu görüntü geçti gözlerimin önünden. Evinde bir hırsızlık olayı olmuştu. Aslında kimin neyi çaldığı belliydi de güvenlik güçlerinin yardımıyla kanıtlanması gerekiyordu. Herkes kendi adaletini kendi sağlayacak konumda değildi ya uygar, çağdaş, demokrasi ile yönetilen ülkede. Bir hukuk devleti vardı ne de olsa. Bütün bunların gerektirdiği sorgulama, soruşturma, bulma, buluşturma, arama gibi işlerin devlet kurumları eliyle yapılması gerekiyordu. Bu amaçla başvurulan kurumun görevlisi, “Eskiden olsa, döver konuştururduk. Şimdi izin verilmiyor. Siz kendisiyle bir konuşun” önerisiyle bir şaşkınlık yaratır. Bir büyük kentin üst düzey güvenlik görevlisinin “Onlar da kızlarını takip etselerdi” sözleriyle nasıl da örtüşüyordu bu öneri.
Anlaşılan, büyük kentlerdeki bu düşünsel güvenlik yöntemi küçük kentlere, dolayısıyla da Hakkari’ye ulaşmamıştı. Belki de dayak yasaklama, olayın anlam ve önemine göre değişiyordu. Gösteriye katılanlar çocuk da olsalar dayak atılabilirdi. Ama bir hırsızlık varsa, ister vatandaştan yapılmış olsun, ister devletten dayak yasaktı. Belki de Hakkari’deki görevli de kendine iş edindiği dayağın takipçiliğini yapıyordu o çocuğu döverken. Düşündürücü bir durum.
Haber saatlerinde bir görüntü dolaşıyordu hemen her televizyon kanalında. Adamın biri, bir pazarcı suçlu birine benzetilerek içeri alınmıştı ve gerçekten de suçluya(!) benzetilmişti. Yara bere içindeydi dışarı çıktığında ve kendinin takipçisi olarak hak peşinde koşuyordu.
Sonuç olarak, evindeki hırsızlık olayından bir şey çıkaramaz yakınım. Giden gider, alan da aldığıyla kalır. Yakınım her gün bir bardak suyla sindirmeye çalışır yitirdiklerini. Sıcak, soğuk, ılık ne bulsa içer. Bir gün, yine günlük suyunu içtikten sonra arabasıyla yola çıkar ve tek yönlü sokağa, doğru yönden girer. Sokak da sokaktır hani. Tek yönlü olmasına karşın iki yanında ve her yönde bırakılmış türlü çeşitli taşıtlar bulunmaktadır. Yine de yakınım doğru yolda ve yönde gitmektedir. Gitmektedir ya karşısından da bir taşıt gelmektedir üstüne üstüne. Taşıtlar burun buruna gelip durmak zorunda kalınca, ters yönden gelmekte olan arabadan ters bir adam çıkar ve bağırır ters ters. Açık camdan içeri elini uzatarak tüm haklılığıyla arabasında oturmakta olan yakınımın yüzünü mıncıklayarak sevgi(!) gösterisinde bulunur. “Bu sokağın sahibi benim. Şurdan 10-15 kişi çağırır ağzını, burnunu kırdırırım” der.
Burada yakınım için uygun yol, güvenlik kurumuna başvurmaktır bir kez daha; ama hırsızlık olayında gördüğü ilgi(!) umudunu kırmıştır. Üstelik, taşıtının arkasında doğru yolda ve yönde birikmiş diğer taşıtlar da o darlaştırılmış sokakta çok zor olmasına karşın geri geri gitmişler, yolun açılmasına katkı(!) sağlamışlardır. Bunun üzerine terk edilmişlik duygusuna kapılan yakınım, her gün içtiği suyun etkisiyle yumuşamış sinirlerine uyar ve tıkadığı(!) yolu açar. Kent eşkıyası da sahibi(!) olduğu sokakta utkuyla ve tutkuyla ters yönde gider, çıkışı olmayan caddeye de çıkar.
Çekmeseydi yakınım arabasını, hemen her gün yurdun hemen her köşesinde rastlanan bok yoluna gidenlerden biri olabilirdi. Sonra da “Onlar da kızlarını takip etseydi” diyen birileri gibi, birisi de çıkar “O da çekseydi arabasını” diyebilirdi.
Bundan böyle herkes kendi güvenliğini kendi sağlayacak anlaşılan. Gerçi bunu yapanlar var da herkes yapacak artık. Yapamayanlar da çoluk çocuğunu izleyecek. İzlemenin de ötesine geçip dışarı bile çıkartmasalar daha da rahat ederler aslında. Aslında herkes aynı şeyi yapsa, evinden hiç çıkmasa. Aşını yaptığı gibi işini de evinden yapsa. Nasıl olsa teknoloji buna olanak sağlıyor. Okullar da kapatılır, eğitim sorunu kalmaz. Trafik kazaları olmaz. Böylece kimi kent yöneticileri de kazaya neden oldu diye içki yasağı da koymaz, içki içmeden, sürücü belgesi olmadan kaza yapanlar yokmuş gibi.
Ayaktopu karşılaşmalarına salt bir takımın yandaşlarını almakla sorun giderilemedi ne yazık ki. Tam tersine büyütüldü. Ya da aralarında işçi de olan bir takımın yandaşları ellerini kollarını sallaya sallaya Taksim’e çıkarken, Kızılay’a inerken 31 Mayıs’ta; bu alanların, içlerinde her takımın yandaşı da olan işçilere yasaklanması 1 Mayıs’ta. “En az üç çocuk” isteyenler bu çocukları yasakla eğitmeyi düşünmüyorlardır umarım… Rabbine falan sormasın kimse, o bile güler buna…
ÜSTÜN YILDIRIM
ÖNCEKİ HABER

Bozuk düzende sağlam çark olmaz

SONRAKİ HABER

Topuz, Fener’in elinde kaldı!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...