17 Haziran 2009 00:00

AİHM’in kararı ilk ancak son olmayacak


“Türkiye aile içi şiddetten mahkum”, “AİHM’den Türkiye adına bir ilk”, “Türkiye’ye kadını korumadın cezası”, “AİHM’de bir ilk”… gibi başlıklar altında gazeteler Nahide Opuz isimli vatandaşımızın, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) yapmış olduğu başvuru sonucunda, hükümetin mahkum olmasını bu başlıklarla duyurdular. Karar gerçekten de bir ilk. Örnek teşkil edecek mahiyette bir karar.
Hukuki metinler sıralaması ile en alttan başlarsak tüzükler, yönetmelikler, kanunlar, Anayasa ve imzalanmış ve usulüne uygun olarak yürürlüğü konulmuş Uluslararası Sözleşmeler gelir. Yönetmelikler kanunlara, kanunlar Anayasaya aykırı olamayacaklardır genel hukuk ilkeleri gereğince. Anayasa’nın 90. maddesine göre: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir.”
Bu düzenlemeden açıkça anlaşılacağı gibi, Türk hukuk düzeninde, uluslararası antlaşmalar yasa gücündedir ve bu nitelikleri ile diğer iç hukuk kuralları gibi uygulanırlar. Dolayısıyla, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi “doğrudan uygulanır” bir belge niteliğindedir. Bu bağlamda, doğrudan uygulanırlığın anlamı, “başka bir iç hukuk işlemine gerek kalmaksızın, mahkemelerin, önlerindeki davada sözleşmeyi uygulanacak kural olarak kullanabilecekleri”dir.
Ancak, Türkiye, sadece Nahide Opuz olayında değil, AİHM’in Türkiye hakkında vermiş olduğu birçok mahkumiyet kararında, ne uluslararası sözleşmeleri ne de kanunları yazılı şekliyle dahi uygulamamaktadır. Yaşama hakkı, işkence yasağı, adil yargılanma hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, ifade özgürlüğü ve burada sayfalar dolusu yazılabilecek birçok insan hakkını gerçekleştirmediği için mahkum olmaktadır. Üstelik sadece kanunları uygulamadığını değil, uygulamak istemediğini de mahkumiyet kararlarına konu olan olayları incelediğimizde görmekteyiz.
Ülkemizde genel olan bir kanı da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin daha çok siyasi olaylar ile ilgili kararlar verdiği düşüncesidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru yapan kişinin zaten politik olarak muhalif, devlet karşıtı görüşlere sahip biri olduğu fikri yaygındır. Öyle ya aksi takdirde başka kim hükümetine karşı dava açsın ki?
Ancak, Nahide Opuz hakkında verilen karar bence bu inanışın da değişmesi gerektiğinin bir göstergesi olmuştur. Demokrasinin sadece, yazılı kanun metinlerinde Avrupa Birliği’ne ‘aman da ne demokrat’ olduğunu göstermek için yapılan olumlu değişiklikler olmadığını, bunun ayrıca bir yaşam biçimi olması gerektiğini de göstermiştir. Kadın ve erkeğin her bakımdan eşit olduğu, kadının sadece kadın olduğu için ayrımcılık ve şiddet görmediği bir ülkede yaşamaktır sözü edilen.
Ama öyle midir Türkiye’nin kadın hakları karnesi? 2008 verilerine göre her 10 kadından 4’ünün şiddet gördüğü, kadınların yüzde 23’ünün eşleri tarafından çalışmalarının engellendiği, eğitim gören 100 kadından sadece ikisinin yüksek öğrenim görebildiği, kadının işgücüne yüzde 27 oranında katıldığı, 550 milletvekilinin 24’ünün, belediye başkanlarının ise binde 5’inin kadın olduğu bir ülkede, 2002 yılından bu yana yapılan değişiklilerin nasıl uygulandığı da elbette sorgulanmalı.
Opuz kararı, sadece yasal değişikliklerin kadına yönelik şiddeti ortadan kaldırmak bir yana azalmasını dahi sağlamadığını, kanun metinlerinin uygulanmasında ortaya çıkan sorunların ne olduğunu tartışmamız gerektiğini de gösteriyor.
Bu konuda yine AİHM’in kararından birkaç gün önce gazetelerde yer alan küçük bir haber fikir sahibi olmamızı sağlayabilir. Eşine şiddet uygulayan bir hakimin, “Aile içi şiddet diye bir suç olamayacağı”na dair savunması kanunları uygulamakla yükümlü olanların bakış açısını göstermesi açısından önemlidir. Elbette “Tüm hukuk uygulayıcıları böyledir” demek doğru değildir, ancak bu görüş genel olarak hakim zihniyetin bir yansımasıdır. Daha geçtiğimiz aylarda Adalet Bakanlığı’nda yapılan bir toplantıda tecavüz mağdurlarının kendilerine tecavüz eden kişilerle evlendirilmesine yönelik düzenlemenin yeniden ele alınmasının önerildiği resmi toplantılar; “haksız tahrik” indiriminin kadınlara yönelik cinayetlerde kullanıldığı yargılamalar hafızalardadır.
Dolayısıyla 2002 yılından bu yana yasalarımızda yapılan değişikliklerin maalesef zihniyet değişikliğine yol açmadığı ortadadır. Ve yaşanan yüzlerce örnek, Opuz davasının, hükümet yetkililerinin söylediği gibi, münferit olmadığını göstermektedir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. maddesi; “Bu sözleşmede beyan edilen hak ve özgürlüklerin kullanılması cins, ırk, renk, dil, din, siyasal veya başka bir inanç, ulusal veya toplumsal köken, … gibi herhangi bir nedenle ayrımcılık yapılmaksızın güvence altına alınır” hükmünü içerir. Sözleşme ile güvence altına alınan haklar arasında yaşama hakkı, işkence yasağı, kölelik ve zorla çalıştırma yasağı, özgürlük ve güvenlik hakkı, ifade özgürlüğü, özel ve aile yaşamına saygı hakkı, etkili bir hukuki yola başvuru hakkı sayılabilir.
Evlenmek istemediği için dövülerek öldürülen; beyaz tayt giydiği için öldürülen; eşi tarafından burnu, kulağı kesilen; eşinden şiddet gördüğü için koruma talep ettiği halde eve gönderilen; şiddet gördüğünü yetkili makamlara bildirdiği halde bir işlem yapılmayan; hamile olduğu için işten atılan; parça başı işlerde kölece çalıştırılan kadınlarımız olduğu müddetçe Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararı ilk ancak maalesef son olmayacak.
DEVRİM AVCI - Avukat

Evrensel'i Takip Et