22 Haziran 2009 00:00
İt dalaşında yeni perde
Türkiye Genelkurmaya ait olduğu iddia edilen belgelerle sarsıldı. Belgelerde ordunun -ya da en azından içindeki bir grubun- hükümeti ve onun sac ayağı cemaati bitirmeye yönelik harekatı yazılıydı.
Türkiye Genelkurmaya ait olduğu iddia edilen belgelerle sarsıldı. Belgelerde ordunun -ya da en azından içindeki bir grubun- hükümeti ve onun sac ayağı cemaati bitirmeye yönelik harekatı yazılıydı. Medyanın çeşitli bölümlerinden bunlar kimin ordusu sesleri yükseldi. Aslına bakarsanız; bunlar kimin ordusu diye sormanın pek anlamı yoktu. İrandaki Devrim Muhafızları kimin ordusuysa, bunlar da onun ordusuydu. Bireyselleşmeyi getiren sosyolojik süreçleri yaşamamış her toplumun devlet yapısında olduğu gibi bizdeki ordu da rejimin ordusuydu. Böyle toplumlarda ya hiçbir şey değişmez ya da bir şeyleri değiştirmek isteyenler sosyolojik bütün süreçleri göz ardı ederek despot yapılar kurarlar. Bizim hikayemiz de daha farklı değil. Elbette ki Türk ve Müslüman olduğunuz için Tanrının sizi ve kaderinizi özel olarak çizdiğini sanıyorsanız TSKnın şeytan tarafından kurulduğunu da düşünebilirsiniz. Ama gerçek öyle değil.
İran seçimlerinden bir gün önce, Devrim Muhafızları bir e-muhtıra yayımladı. İslamcılık ile demokrasinin ne kadar da uyumlu olduğunu buradan da görebilirsiniz! Aynı zamanda başka bir resmi kuruluş olan SAVAK, devrimin ideoloğu olan Müslüman Sosyalist Fikir Önderi Ali Şeriatiyi de öldürmüştü. Bugün İranda tüm dünyaca okunan ve bilinen Ali Şeriatinin bazı kitapları yasak. Şah karşıtı yayımlar yapan ve tirajı bir milyonu bulan liberal Ayendegan gazetesi de İslami devrim sonrası İslamcılığın hoşgörü oklarından nasibini almıştı; Humeyni önce gazeteyi boykot etme çağrısı yaptı, sonra kapattı. Gazete, okurları tarafından elden satılmaya başladı ve tiraj kaybetmedi. Ama artık karanlık çökmüştü. Ayendegan okumak ahlaksızın teki olmak anlamına geliyordu artık Persepoliste. Gazete dayanamadı ve yayınını kesti. İranda da şahlık ile diğerlerinin arasındaki savaşın nedeninin demokrasi olduğu sanılıyordu. Oysa birbirini kopya etmiş iki faşizmin savaşıydı her şey.
Ve Türkiye... Birinci Paylaşım Savaşına uyumakta olan iki şehri kalleşçe bombalayarak bacadan giren Osmanlı; felaketlerle geçen dört koca yılın ardından utanç verici bir yenilgiyle çöktü. Savaş kararı Enver, Cemal ve Talata aitti. O günlere ait bir istihbarat raporu, dönemin Sadrazamı Said Halim Paşanın bu saldırıdan, saldırının sabahı İngiltere Büyükelçisi sayesinde haberi olduğunu söylüyordu. Raporda Bay Mallet onu ertesi sabah çökmüş halde buldu yazıyordu. Paşa, büyükelçi çıkarken arkasından şöyle bağırmıştı: Ne me lachez pas, ne me lachez pas. (Beni bırakmayın, beni bırakmayın.)
Sonra, Türkiye bir yolunu bularak işgalcilerle anlaştı, Sovyetlere sırtını döndü, içerdeki komünist görüşlüleri ayıkladı ve yoluna laik bir ülke olarak devam etti. Elbette ki artık devletin bir rejimi vardı. Ve elbette ki birey yoktu! Elbette ki yeni rejimin de en büyük düşmanı dincilerdi! Laiklik o günlerde; belirli bir güce sahip olan Kemalist rejimin, ondan daha büyük bir kitle tarafından desteklenen dini kontrol altına alma amacına hizmet etti. O günden bugüne de başka amaca hizmet ettiğine rastlanmadı. Bu demokrasiyle alakası olmayan laiklik anlayışı nedeniyle Türkiye toplumu asla sekülerleşemedi. Gökteki laik baskısından kaçanlar yerde muhafazakar bir güç oluşturdular. Görünürde din baskı altında tutulurken; Türkiye toplumu Sivasta bir oteli yakacak kadar barbar kaldı! Bir dönem de devlet müşterek tehlike olan komünizme karşı dincilerle gayet cömert bir işbirliği yaptı. Türkiye tarihi; bu iki kuvvet arasında yapılan it dalaşını seyretmekle geçti.
Söz konusu haber; bu iki güçten birinin diğerini bitirme operasyonunu anlatıyor, eğer belgeler doğruysa. Ancak buradan daha sivilmiş gibi gözüken diğer gücün demokrasiyi, insan haklarını savunduğunu düşünmek için bir hayli iyimser olmak gerekir. Hayır, savundukları şey bu değil. Kendi içlerinde, kitaplarında, seminerlerinde, evlerinde yepyeni bir muhafazakarlığı inşa ediyorlar. Kemalistlerin kutsal devlet anlayışını devletin rejimi değişmiş halini tahayyül ederek sürdürüyorlar. Atatürk kültü yerine; istibdatçı ve borsa zengini II. Abdülhamiti ikame ettiren, yeni Osmanlı olacağız hayalleriyle uyuyan yepyeni ve daha güçlü bir muhafazakarlık. Toplumun lümpenlik ürünü siyasal isteklerini gıdıklayan yepyeni bir söylem bu.
Bugün yanında durdukları demokrasi anlayışının en temel değeri olması gereken bireyselleşmeye hangi mesafede durduklarını anlamak için gazetelerini okumak yeterli. Demokratik bir devletin ve insanın tarihe bakışına ne uzaklıkta olduklarını görmek için Mustafa Armağanın kitaplarını okumak yeterli. Yani aslına bakarsanız; birbirini kopya eden, karakteristik olarak aralarında şu veya bu hiçbir farklılık olmayan iki grubun savaşını seyrediyoruz. Bir yanda insanların modern yanına diğer yanda dindar yanına hitap eden iki birbirinden yalnızca isim yönüyle ayrılan cemaat anlayışı. Kendini merkeze alan ve geldiği en son noktada bile ötekine saygının ötesine geçemeyen sağlıksız bir demokrasi biçimi. Hâlâ kendini kendi kimliğiyle tanımlamaktan aciz, sürü psikolojisine iliklerine kadar batmış insanlar...
Eskiden Sorbonne Üniversitesinden mezun olan Doğuluların diplomalarına Şark için yeterli yazarlarmış. Acaba bugün gezegenimizin efendileri bize nasıl bir demokrasiyi yeterli görüyorlar? Uzunca bir dönemdir emperyalizme karşı verilecek bir savaşın tarafı olmamak kaydıyla bize lütfedilen sınırlarımızın içinde büyük bir millet olduğumuzu sanarak yaşıyoruz. Bu kurulu ve mevcut faşizm; yerini efendilerimize verilen bir takım sözler karşılığında yine aynı sınırlar içerisinde Osmanlının devamı olduğumuz hayallerine mi bırakıyor? Görünen o ki, faşizmlerin birbirini alt etme savaşında posası çıkan yine birey olacak! Şark için yeterli!
HASAN RUA