09 Temmuz 2009 00:00
Türkiye hala yazarlarını yargılayan bir ülke
2008 mart ayında yayınlanan Allahın Kızları isimli romanıyla, adından söz ettiren Nedim Gürsel ile kitabını, yargılanma sürecini ve geçtiğimiz aylarda Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından aldığı Düşünce ve İfade Özgürlüğü ödülünün bugünün Türkiyesindeki anlamını konuştuk. Allahın Kızları romanına Beyoğlu 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından dava açılan, ardından da bu davadan beraat eden Gürsel, Başbakan Erdoğanın Türkiye artık yazarlarını yargılayan bir ülke değil dediği anda ben yargılanmaktaydım diyerek Türkiyede yazar olmanın güçlüğünü ifade ediyor.
2008 mart ayında yayınlanan Allahın Kızları isimli romanıyla, adından söz ettiren Nedim Gürsel ile kitabını, yargılanma sürecini ve geçtiğimiz aylarda Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından aldığı Düşünce ve İfade Özgürlüğü ödülünün bugünün Türkiyesindeki anlamını konuştuk. Allahın Kızları romanına Beyoğlu 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından dava açılan, ardından da bu davadan beraat eden Gürsel, Başbakan Erdoğanın Türkiye artık yazarlarını yargılayan bir ülke değil dediği anda ben yargılanmaktaydım diyerek Türkiyede yazar olmanın güçlüğünü ifade ediyor.
Zor kitaplar yazıyorsunuz. Kitaplarınız hani söyle rahat bir masaya oturup da yazılacak cinsten değil. Allahın Kızları da yine çetin ve zor bir kitap. Bize biraz kitabınızdan söz eder misiniz?
Allahın Kızları çok sesli bir roman. İslamda inanç ve şiddeti sorguluyor, dinimize, Müslüman duyarlığını da yakalamaya çalışarak, hem içerden, hem de dışarıdan bir bakış yöneltiyor. Hz. Muhammed ve İslamın doğuş dönemi anlatının odak noktasında, ama roman gerçekte inançlı bir Müslüman olan dedeyle torununu ve bu torunun yıllar sonra yetişkin bir yazar olmuş ve inancı sorgulayan bir roman kahramanına dönüşmüş halini de anlatıyor. Geniş ölçüde otobiyografik bir anlatı. Bir çocuğun cehennem korkusu ve peygambere duyduğu hayranlık bağlamında gelişiyor. Anlatıda İslam coğrafyasının ve kutsal mekanların da önemli bir yer tuttuğunu söyleyebilirim. Az da olsa, bir yazar bir peygamberin iç dünyasına ne kadar nüfuz edebilirse o ölçüde, Hz. Muhammedin özel hayatına da göndermeler var. İnançla bir hesaplaşma da diyebiliriz, ama inancı hor gören ya da aşağılayan bir yanı yok.
Şişli 2.Asliye Hukuk Mahkemesinde Allahın Kızları ile ilgili sürmekte olan davada beraat ettiniz. Kitaplarınızdan dolayı yargılanmış olmanız, bir sonraki kitabınızı yazarken sizde bazı şeyleri yazmama yazamama- gibi bir baskı oluşturuyor mu?
Oluşturmuyor diyemem, daha önceden de ilk kitabim Uzun Sürmüş Bir Yaz, Devletin güvenlik kuvvetlerini tahkir ve teyzif gerekçesiyle 12 Eylül döneminde askeri mahkemede yargılanmıştı. Ardından İlk Kadın müstehcenlik gerekçesiyle toplatıldı, yeniden yargıç önüne çıkarıldım. Allahın Kızları davası bir yıla yakın sürdü. Bütün bunlar bir yazarın hayatını sarsan, zihnini meşgul eden şeyler. Onu, bir anlamda, daha dikkatli olmaya yönelten etkenler. Düşünce ve yaratma özgürlüğü açısından ise son derece üzücü tabii ki.
Kitabınızın son yılların en çok okunan ve tartışılan kitabı olduğu kesin. Sizce Allahın Kızları neden bu kadar çok sorgulandı?
Kitap yayımlandığında, bir ölçüde ilgi göreceğini öngörmüştüm ama başına bunların geleceğini, doğrusu, öngörmemiştim. Din konusu ülkemizde, giderek dünyada gündemde. Ama bu bir roman, yapısı gereği kurmacaya dayanan bir edebiyat ürünü. Tartışma, ne yazık ki, daha çok ilahiyat alanına çekildi. Romanı edebiyat açısından inceleyip değerlendiren çok az yazı yayımlandı. Belki bundan sonra, ortalık yatıştıktan sonra bu tür incelemeler de yayımlanır.
Allahın Kızlarının sorgulanmasının bir başka nedeni de, romanın bizzat kendisinin İslamda inanç ve şiddeti sorgulaması olabilir diye düşünüyorum. Bir de, yer yer, çok dikkatli biçimde, peygamberin özel hayatına da yer vermesi.
Allahın Kızlarında ikinci tekil şahısta anlatıyı seçip, okurları masallar arasında dolaştırıyorsunuz. Bizleri sanki büyükannemizle, dedemizle romanın içine çekiyorsunuz. Böyle bir üslup kullanmanızın sebebi neydi?
İkinci tekil şahıs, anlatıya, yeni bir boyut ekliyor. Hem çocuğun dünyasını hem de bu çocuğun yetişkin halini, yani yazar olduktan sonraki söylemini metne koyabildim. Hem içerden hem dışardan bir bakış söz konusu. Kuşatıcı, kavrayıcı bir roman yazmak istedim. Aynı zamanda okuru İslam coğrafyası ve tarihiyle de tanıştıran bir roman olsun istedim. Yani kısacası, ben bu romanı yobazların elinde kepaze olsun diye yazmadım.
Allahın Kızlarında olduğu gibi Boğazkesen ve Resimli Dünyada da görüyoruz, anlatı yapısı çok boyutlu, bir kaç yüzyıl arasında gel-git yaşanan kitaplar yapıyorsunuz. Tarihe olan ilginizi ve merakınızı anlatır mısınız bizlere?
Çok haklısınız, İlk Kadını saymazsak, bu üç romanımda da tarihsel bir anlatı çizgisi var. Tarihin, özellikle ülkemizde, çok uluslu bir imparatorluğun mirasını taşıyan Türkiyede, çağdaş bir yazar için zengin bir malzeme oluşturduğu görüşündeyim. Ama tarihsel romanlar yazdığımı söyleyemem. Örneğin Boğazkesen tarihsel değil, sizin de belirttiğiniz gibi iki anlatı çizgisinin oluşturduğu, çok sesli, barok bir romandır. Popüler anlamda bir tarihsel roman değildir. Bu tür romanların nasıl yazıldığını gösteren bir üst metin gibi de okunabilir. Bu romanım üzerine çok yazıldı, hem Türkiyede hem yurt dışında hakkında birçok inceleme yayımlandı, ama bu özelliğinin üzerinde nedense pek durulmadı. Fatihin kişiliği açısından bir tartışma yapıldı, bir de kurucu mitos anlamında İstanbulun fethini nasıl anlattığı irdelendi. Can Yayınları, Doç. Dr. Bahriye Cerinin bu yazıları bir araya getiren Tarih ve Roman adlı bir kitabını yayımlamıştı, meraklısı oraya başvurabilir.
Kitaplarınızdaki kahramanlar sadece insanlar değil. Kentler de sizin kahramanlarınız. Özlemleriniz mi kentleri kahramanlarınız yapan?
Kentler, neredeyse kitaplarımın tümünde, anlatı açısından bir kahraman işlevi görüyor belki, ama onları gözümde önemli kılan bu yönleri değil. Ben kentlerin şiirsel havasına tutkunum, bir de, deyim yerindeyse, İstanbulun benzersiz coğrafyasına. Bu tutkuda Pariste yaşıyor olmamın da payı var sanıyorum. Ne diyordu Bursalı Bahri, O mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler mi diyordu, yoksa ben mi yanlış anımsıyorum. İstanbulun kitaplarımda bir yazınsal izleğe dönüşmesinin temelinde bu uzaklık ve özlemin olduğu kesin. Ama kentleri her zaman olumlu yönleriyle anlattığım doğru değil. Örneğin İlk Kadında İstanbul, roman kahramanı bir yatılı okul öğrencisinin, ilk cinsel deneyimlerini yasadığı pis, bunaltıcı bir kenttir. (İstanbul/EVRENSEL)
KEŞKE VERİLMESE DENİLEN ÖDÜL
Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından 2009 Düşünce ve İfade Özgürlüğü ödülünü kazandınız, bu ödülün 2009 Türkiyesindeki anlamı sizce ne?
Keşke bir daha verilmese denilen tek ödül. Ve ne yazık ki her yıl bu ödülü hak eden bir yazar oluyor, yani yargılanan bir yazar.
Her zaman yazarlar, şairler sorgulanmıştır bugüne dek. Cezalandırılmıştır yazdıklarından dolayı, sizce Türkiyede yazar olmanın bedeli ağır mı?
Bu ülkede yazarlar, ne yazık ki hep baskı gördü. Ülkemizin en büyük Şairi Nâzım Hikmet en güzel yıllarını hapiste geçirdi ve sürgünde oldu. En büyük romancılarımızdan biri, Sabahattin Ali, gizli polisin komplosuna kurban gitti. Örnekleri çoğaltabiliriz. Başbakan Erdoğanın Türkiye artık yazarlarını yargılayan bir ülke değil dediği anda ben yargılanmaktaydım. Umarım bu son olur.
Kitapların yasaklandığı, cezalandırıldığı, sansürlendiği bir dünyada yaşamak size gelecek için umut veriyor mu?
Veriyor elbette, çünkü umudun olmadığı yerde gelecek de olmaz. Olamaz. Eflatun ideal devletinden şairleri kovmuştu. Kuran da, şuara suresinde onları dışlar. Bu nedenle, şiirsel sözün gücü; önemini, etkisini hâlâ koruyor diye düşünüyorum. Kitaplardan korkmaya devam edildiği surece umut da var demektir.
Bundan sonraki yeni çalışmalarınız neler olacak?
Dava bitti, gerçek anlamda bir zihin açıklığına kavuştuğumu söyleyebilirim, yeni kitaba başlamanın vakti geldi, geçiyor. Yeni bir romanı, Berlinde başlayıp da bitiremediğim bir romanı bu yaz ele almak istiyorum.
Refik Sıla Güvenç