12 Temmuz 2009 00:00
NOT
Geçici 15. md. tartışmaları başlayınca ilk tepkiyi Hürriyetin yayın yönetmeni vermiş ve cunta şefine manşet üstü çanak tutmuştu.
Geçici 15. md. tartışmaları başlayınca ilk tepkiyi Hürriyetin yayın yönetmeni vermiş ve cunta şefine manşet üstü çanak tutmuştu. Evren, sadece kendilerinin değil, o dönem görevde olan ve bugün işbaşındaki ordu kurmayı da dahil, birçoklarının sorumsuz olmadığını ima etmiş, adeta uyarmıştı. Kocamış cuntacı, sadece askerin dikkatini mi çekmek istemişti? Hiç de değil. Örneğin, cuntanın uyguladığı ekonomik programın sahiplerinin 12 Eylül darbesiyle ilişkisinin olmadığını kim söyleyebilirdi ki? Türkiye burjuvazisinin bugüne kadar 12 Eylülcüleri sorgulayalım diye en ufak bir söz ettiğini duyan oldu mu? İşte bu patronlar, askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasına olanak sağlayan yasal düzenlemeden de hoşnutsuz kaldılar. Yasanın aceleye getirildiği için gerilim çıktığını belirten TÜSİAD, ekonomik krize vurgu yaparak, adeta, şimdi bu türden şeylerin sırası mıydı sanki diye sitem etti!
TÜSİADın tepkisi, en başta, demokratik gelişmeyi, sivil-asker karşıtlığı üzerinden tarif eden liberallerin açmazına dair çarpıcı bir örnek olmuştur. Bu açık.
Ama sadece bu mu? Askerin özel konumuna dair bu ilgi, tıpkı 12 Eylül darbesi gibi, bir sınıfsal bağlamı da içermektedir.
Evet, demokrasi meselesi sivil-asker karşıtlığı eksenine sıkıştırılamaz. Ama böyle diye, askerin ülke yönetimi ve siyaset üzerindeki özel ağırlığı da görmezden gelinemez. Bugün askerin ağırlığını savunan birçok çevrenin sivil olduğu bir gerçektir. Ama bunların, asker-siyaset ilişkisindeki geçmişten bu yana süre gelen (ve ancak bugün tartışılmaya başlanmış) asker gölgesinde şekillendiklerini kaydetmezsek eksik kalır. O ünlü adlandırmayla Silahsız kuvvetler durumundaki sivillerin varlığı, hem liberallerin sivilleşmeci kurgularının çok da işlevsel sayılmayacağının ve hem de, epey solcunun da es geçtiği, geleneksel askeri ağırlığın karşılıksız olmadığının da kanıtı durumundadır.
Yani?
Baştan altını çizelim; söz konusu yasal düzenlemenin, iktidara yerleşme amaçlı AKPnin demokrasi kaygısına işaret ettiğini asla söyleyemeyiz. Ama askeri yargı ve askerin iktidar içindeki özel pozisyonu, demokrasi meselesinin özel bir tartışma konusudur. (En azından bugüne kadar) Askerin özel konumu bir gerçektir. Ve bu Türkiye gerçeği, öyle söylenip geçiverilecek bir teferruat da değildir. Türkiye devletinin, kuruluşuna da içkin yapısal özellikleri ve ülkenin siyasi tarihini biraz bilenlerin görebileceği bu özgünlüğe vurgu yapmak, Marksist devlet ve sınıflar yaklaşımına aykırı bir sapma anlamına da gelmez. Aykırılık; bu özgünlükten yola çıkıp, devleti, burjuva sınıfsal ihtiyaç ve aidiyetinden bağımsız, kendi başına bir askeri-bürokratik cihaz olarak değerlendiren sivilciliktir. Bu bir.
İkincisi; askerin özel konumunun vurgulanması, hiç de sivilleşmecilik sayılamaz... Bu gerçeğe nasıl yaklaştığın önemlidir. Somut ve pratik düşünelim. Devrimci mücadeleyi nasıl etkilemiştir mesela? Halkın, emekçi sınıfların gözünde, devletle özdeşleştirilmiş, peygamber ocağı diye dini referanslarla yüceleştirilmiş, asker millet diye toplumsal kültür içinde yer edinmiş bir silahlı otorite ve o otoritenin memleketi kışla sayan algı ve siyaseti var ortada. Hikmetinden sual olunmaz, sorgulanamaz, hükümetler gibi seçimlerle de alt edilemez bu silahlı tekel, eninde sonunda devrimci mücadelenin tepesinde asılı duran en etkili kılıç durumundadır. Darbelerde tanık olduğumuz o sınırsız, ahlaksız, ve elbette alçakça fiziki şiddetten bahsetmiyoruz sadece. Halkın kendiliğinden bilinci ve kültüründe yer etmişliğiyle, devrimci mücadele zeminini ketleyen özel yönü de bir o kadar can yakıcıdır. Askeri yargıyla birlikte genel olarak askeri erkin pozisyon kaybetmesi, toplumsal asker millet koşullanmışlığının irtifa kaybetmesi anlamına da gelir.
Bir başka şey, Kürt meselesinin, devlet adına, askere terkedilmişliğidir. Askeri pozisyonun irtifa kaybetmesi, çözümsüzlüğün birinci dereceden adresi durumundaki askeri blokajın sorgulanmasının meşruiyetini güçlendirebilecektir...
Özetle; her asker eleştirisini sivilleşmecilik deyip gereksiz görmek, küçümsemek, en azından devrimciliğe bir şey katmıyor. Ya da askeri yargının ayrıcalığı mı tartışılıyor, hemen ya sivil yargı, o çok mu adil? deyip (zaten bilinen) bir gerçeği tekrarlamakla yetinmek, devrimci radikalliğe kanıt olmuyor. Toplumda ilk kez bu kadar meşrulaşıp yaygınlaşmış bir özel tartışma konusunu önemsiz görmenin, bundan yararlanmayı işten saymamanın, radikallikle değil ama taktik-politik özgünlüklere kafa yormayan kaba bir kestirmecilik ve toptancılık ile ilgisi olsa gerektir.
VEDAT İLBEYOĞLU