02 Ağustos 2009 00:00

MİNERVANIN BAYKUŞU

Habermas ve Öğrencisi Seyla Benhabib, müzakerenin demokratik bir toplumda ortaya çıkabilecek her sorunun çözümünde kıymetli bir araç olduğunu düşünürler. Farklı fikirleri savunanların eninde sonunda bir müşterekte buluşacaklarına inanırlar.

Paylaş

Kafesinde hemster
Habermas ve Öğrencisi Seyla Benhabib, müzakerenin demokratik bir toplumda ortaya çıkabilecek her sorunun çözümünde kıymetli bir araç olduğunu düşünürler. Farklı fikirleri savunanların eninde sonunda bir müşterekte buluşacaklarına inanırlar. Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau ise bu iddiayı biraz daha ileri götürür ve demokratik karar alma sürecinde taraflardan birinin, diğeri üzerine kurduğu fikri hegemonyanın belirleyici olduğunu ileri sürer. Bu hegemonya kaygan bir zeminde kurulur ve sürekli olarak bozulabilme ve yeniden kurulabilme potansiyeline sahiptir. Her iki tezin savunucuları da son tahlilde demokrasinin sürekli bir müzakere ve anlık uzlaşmalardan mürekkep bir şey olduğu konusunda hemfikirdirler. Uzlaşmanın sürekli olmadığını, kazanılmış mevziden her an püskürtülebileceğini bilmek toplumsal ilişkilerin seyri hakkında karamsar bir fikre sahip olmak anlamına gelir; bu insanın kendisini, kafesindeki bir silindir içinde durmadan dönen hemster gibi hissetmesine yol açabilir, ama uyarıcıdır da. Şöyle ki; toplumsal bir kesim, sınıf veya katman mücadele ederek elde ettiklerini her an yitirebilme, hegemonik üstünlüğünü kaptırma tehlikesiyle yüz yüzedir. Onun için elde edilen her mevzinin başında daima nöbet tutulması ve dahası yeni kazanımlarla bu mevzinin genişletilmesi gerekir. Böyle bir bakış açısı rehavete düşülmesini engeller. Burada Habermas’ın “müzakere”sini sözel konularla ilgili görmeyip, bunu biraz daha geliştirerek, onun müzakere dediğini, Marksizm’in yardımıyla, “çıkarları farklı sınıfların birbirleriyle girdiği her türden mücadele” olarak anlarsak küreselleşme sürecinin, emekçilerin 20. yüzyıldaki kazanımlarını nasıl tasfiye ettiğini ve bunun koşulunun da örgütlü mücadelenin zafiyete uğraması olduğunu anlamak kolaylaşır. 20. yüzyılda kazanılmış haklar korunamadıkları için kaybedilmiştir.
İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın, Kürt Açılımı kapsamında yaptığı konuşmasında sivil toplum örgütlerini, partileri, sendikaları Kürt sorununun nasıl çözüleceğini konuşup tartışmaya çağırması, hükümetinin de bu “herkesi” muhatap alacağını söylemesi memlekette icazetli bir müzakere döneminin başlatıldığını gösteriyor. Bizim müzakere pratiğimizde söz çoğunlukla çözümün yerine geçer. Binlerce uzmanın, yetkilinin, yetkisizin havaya savurduğu sözcükler arasında ele alınan konu süner, şekilsizleşir; taraflarda bir iş yapılıyor duygusu uyandırarak gündemden düşer gider. Devletin “sivil toplum”u çözüme değil de bir çözümsüzlüğe yedekleme biçimi çoğunlukla böyledir. Susurluk’ta da öyle oldu, sonraki süreçlerde de. Ama laf kalabalığına getirilmiş mevzular, daha da büyük bir mesele haline gelerek birkaç yıl sonra önümüze tekrar çıkar; açılım gerçekten bir açılım, çözüm gerçekten bir çözüm, hesaplaşma gerçekten bir hesaplaşma olmaz. Müzakere, hemsterin, silindirin bir noktasını yukarıda tutmaya çalışması kadar zor bir konudur.
Üstelik 25 yıldır bu müzakereyi yapıyoruz biz. Atalay “hadi artık konuşun” diye düğmeye basmadan önce de herkes, kendince Kürt sorununa yönelik fikirlerini beyan ediyordu zaten. Konunun konuşulmadık hiçbir boyutu kalmadı. Bütün o konuşma, rapor hazırlama, önerme-tavsiyede bulunma sürecinde sorun yokmuş gibi davranan devletin kendisiydi. Silindirin o belli noktası tam tepeye gelmişken onu yine aşağı çeken; Kürt sorununu bir kasıp bir gevşeterek çözümden uzak duran da oydu. Bunca zamandan sonra devletten “hadi konuşun”dan başka bir önerinin çıkmaması, çözüm için bir plan ortaya konulamaması sahiden düşündürücü.
Sevindirici olan 25 yıllık müzakerenin sonucunda devletin artık bir çözüme kendisini zorunlu hissetmesidir. İster kabul edilsin ister edilmesin devleti çözüm noktasına gelmeye, Kürtlerin mücadeleyle sağladığı hegemonik üstünlük zorladı. Bu öyle bir zorunluluk noktasıdır ki, Atalay’ın müzakere önerisi artık “silindirin kritik noktasını en altta duruyormuş gibi görelim” demekten başka anlama gelmiyor.
Halbuki Kürtlerin mücadelesi demokrasiyi şu tarihsel anda Beşir Atalay’ın başlangıç noktasından daha ileriye taşımış durumda. Kürtler ve Kürtlerin taleplerinin karşılanmasından mutluluk duyacak olan demokrasi güçleri için bu, çok önemli. Ama şimdiye dek atılan her adımdan sonra başımıza bir fenalık geldiği için Atalay’ın açılımmış gibi sunduğu, yani lütufta bulunduğu müzakere önerisinin ardından bir provokasyon çıkabileceğini düşünen insan sayısı az değil. Böyle düşünmek hiç yanlış değil, uykuda yakalanmayı önler. Silindirin kritik noktasını yukarda tutmak için toplum olarak nöbete durulmazsa, zavallı hemsterin çaresiz bir mücadelenin içine tekrar düşeceğinden kuşkulu olmak iyidir. 25 yıl süren mücadelenin ardından bile, Mouffe-Laclau’nunki kadar acımasız bir yorum olmasın ama, kazanılan her mevziyi yeniden yeniden kazanmak gerekiyor... Çünkü devlet de öyle yapıyor.
NURAYSANCAR
ÖNCEKİ HABER

Che Guevara ile Dondurmam Gaymak arasındaki örgüt bağlantısı

SONRAKİ HABER

OdisseUs ölülerle konuşurken

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...