19 Ağustos 2009 00:00

Devlet, devlet politikası olarak adam öldürür

“Devlet, devlet politikası olarak adam öldürür” diye ben demedim Sayın Savcım (“S”ler büyük yazılmıştır, Türk Dil Kurumu’na inat bir Türkçe ile dikkatinize arz ederim “Efendim”), 9. Cumhurbaşkanımız...

Paylaş

“Devlet, devlet politikası olarak adam öldürür” diye ben demedim Sayın Savcım (“S”ler büyük yazılmıştır, Türk Dil Kurumu’na inat bir Türkçe ile dikkatinize arz ederim “Efendim”), 9. Cumhurbaşkanımız, Sayın Süleyman Demirel’in basına yansıyan sözleridir bunlar. Evet, bence de devletin bir adam öldürme politikasının olması ya da politik nedenlerle devletin (yetkililerinin) adam öldürülebileceğini, öldürüldüğünü söylemesi, böylesi bir kepazeliği itiraf etmesi, kabullenmesi suçtur; en azından suç olması gerekir. Ama neylersin, sıfatın emekli cumhurbaşkanı olunca, her bir şeyi ama her bir şeyi söyleyebilmek, kantarın topuzunu kaçırabilmek kabilmiş güzel ülkemde; bunu da gördük maalesef. İlksan ile ilgili olarak Kemal Ilıcak’a verdiği paralarla ilgili olarak “Verdimse ben verdim” diyen eski başbakan gibi atıp tutmak mümkünmüş, meydanı boş bulduğunda. “Verdimse ben verdim...” Be adam, kimin parasını verdin? “Yürümekle yollar aşınmaz”mış. Be ademoğlu, hangi yolu yürüyerek gittin Morrison firması temsilciliği yaptığından bu yana? “12 Eylül’ün muhatabı o imiş?” Be insaf hacım, sen mi yattın zindanlarda? Sen mi işkence gördün 12 Eylül sonrasında? Sen mi acı çektin yok yere? Sen mi ha? Hadi gel de İsmet Paşa’yı anma; “Hadi canım sen de!” Artık meydan boş değil; o kadar atma be Recep, din kardeşiyiz ne de olsa!
12 Eylül’ün muhatapları Can Yücel’in “Bizim Çocuklar”ıydı, “Yola Düşenler”di; sen ve senin aile fotoğrafındakiler değil.
12 Eylül’ün muhatabı sen değil, benim; biziz. Sen mi gördün işkenceyi? Sen mi yattın Diyarbakır’da, Mamak’ta? “Hadi canım sen de!” Sakın Hamzakoy deme bana! Bak 12 Eylül’ün muhatabı olan Nimet Tanrıkulu yaşadıklarını nasıl anlatıyor, Şule Çizmeci’ye (Radikal 12 Eylül 2006); bak da 12 Eylül’ün muhatabı nasıl olunurmuş bir gör, Recep. Hamzakoy’da yatmak nasıl 12 Eylül’e muhatap olmaya yetmezmiş bir anla.
“1981’in 4 Mayıs’ı, sabaha karşı geldiler, çok kalabalıklardı. Babam kapıyı açtı, beni sordular. Babam ‘Evde yok’ dedi. ‘O zaman sen bizimle geleceksin’ dediler… O arada polislerden biri odama girerek ‘Adın ne?’ dedi. ‘Nimet’ deyince hepsi birden içeri daldılar. Bana hakaret etmeye başladılar… Annem ve kız kardeşlerim ağlıyordu… Beni beşinci kattan merdivenden ite kaka indirdiler. Sonra bir polis merkezine götürdüler... Üzerimdeki kemer, ayakkabı bağı gibi şeyleri çıkarmamı söyleyip beni aynalı bir odaya aldılar. Babacan görünen polis, beni sorguya çekmeye başladı. Randevularımı soruyordu. ‘Sabah 9’da dershaneye gidecektim’ cevabıma çok tepki gösterdiler, itip kakmaya başladılar... Sonra başka bir yere götürüp gözlerimi bağladılar. Gözlerimi bağlamadan önce oradaki kalasları, ipleri, manyetoyu gördüm. Beni askıya bağlayıp yukarıya doğru çektiler. Bu Filistin askısıymış... Askıdayken elektrik verdiler. Bedenime dokunmaları bana çok korkunç geldi. Üstümü çıkarmaya çalıştılar… İşkence sırasında benden bekledikleri tavrı göremiyorlardı. ‘Tiyatrocu karı’ diye bağırıyorlardı. Konuşmuyorum ya, rol yapıyorum sandılar… Sonra beni karanlık bir odaya koydular, orada benim gibi sorgudan geçmiş, işkenceden kafası gözü yarılmış, ayakları şiş insanlar vardı. Kafamı kaldırdığımda kolu kelepçeyle kaloriferin demirine bağlı, bir battaniyenin üzerinde oturan genç bir adam gördüm. Bu genç adam yakalanırken kurşun yarası almış. Bağırsakları bir poşetin içinde duruyordu. Hastanede olması gereken o kişi orada, işkencehanedeydi ve o orada sürekli işkence çığlıklarını dinliyordu.”
Hadi, biraz da Yaşar Ayaşlı’nın Adressiz Sorgular’ından okuyalım bakalım, 12 Eylül’ün muhatabı kimmiş? Acının resmi nasıl çizilirmiş Abidin?
“Elektrik manyetosu başladı çevrilmeye; sıkıyorum kendimi, kaskatı oldum; dişlerim kırılacak gibi sanki. Sonra dişlerimle kollarıma eğilmeye çalışıyorum, mutlaka bir yerleri ısırmam, çığlık dahi atmamam lazım. Çenemin altına bir sopa dayıyorlar ve başımı arkaya doğru bastırdılar. Nefes alamıyordum ve dilim dışarı doğru fırladı o anda. O esnada vücuduma verilen elektriğin ve sıkılan testislerimin acısını düşünemiyordum bile. Nefes alamamanın yanında hissedemiyordum da. Ciğerlerim kalaycı körüğü gibi bir iniyor bir kalkıyordu. Dilim hâlâ dışarıdaydı ve ellerindeki elektrik kablosunun bir ucunu dilime tuttular. Sanki iç organlarım yerinden kopartılmış gibi acı duydum. Diğer yandan kabloyu değdirdikleri bölgelerime su döküyorlar.”
Sana biraz daha “12 Eylül’ün muhatabı kim?” anlatmak; 1977 yılında Yıldırım Beyazıt Lisesi’nde öğrenciyken Ankara İsmetpaşa’da bir kahvehanenin taranması olayıyla ilgili olarak tutuklanan ve yargılanan Necdet Adalı’dan; “Anne, öldükten sonra bacılarıma sahip çık ve onları teselli et; üzülmesinler. Çünkü devrimci mücadelede ölüm her an yaşanacak bir olaydır” diyerek, 25 Ekim 1980’de öldürülen Serdar Soyergin’den; on yedisinde öldürülen Erdal Eren’den; 10 Haziran 1981’de idam edilen Hekimhanlı Veysel’den; öldürülmesi için MLSPB Ana Davası’ndan ayrılarak idam süreci hızlandırılan Ahmet Saner’den; Kadir Tandoğan’dan, Mustafa Özenç’ten, Seyit Konuk’tan; 20 Ocak 1983 günü sehpaya yollanırken ana babasının eline 25 yıl sonra geçen mektubunda “Malım mülküm yok ki miras bırakayım. Size ve yoldaşlarıma ancak mücadele anılarımı miras bırakabilirim” diyen Ömer Yazgan’dan bahsetmek isterdim. Lakin, ne yazık, zamanın yoktur sanırım; devletin kimi, nasıl, ne zaman, niçin öldüreceğini, öldürmesi gerektiğini bugünkü yöneticilere anlatacağın toplantılara katılmaktan.
Sana 12 Eylül döneminde 34 kişiye mezar olan, 12 Eylül’ün Auschwitz’i, 12 Eylül’ün gerçek muhataplarının yattığı Diyarbakır Cezaevi’nde, özellikle 1980-1984 yılları arasında yaşananlardan bahsetmek isterdim.
Sana Selim Dindar’dan ve onun 12 Eylül sonrasında Diyarbakır Cezaevi’nde yaşadıklarından bahsetmek, 12 Eylül’ün nasıl insanları “öldürdüğü”, “ölüymüş gibi düşündürdüğü”nden bahsetmek isterdim. Şöyle diyordu Dindar, 12 Eylül sonrasında Diyarbakır’da yaşadıkları ile ilgili olarak:
“…mesela Mehmet Salih Besen olayında gerçeklik duygumu ben tamamen yitirdim. 50 yaşlarındaydı. TKİ’de memurdu. Kendisini ve bizleri ölü zannediyordu. ‘Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz’ diyordu. Biz, ‘Amca yok öyle bir şey, gerçek hayattayız’ desek de, koğuşun aslında bir mezar olduğunu öyle mantıklı savunuyordu ki, ben dahil bazılarımız ölü olduğumuza inanmaya başlamıştık… Bize soruyordu. ‘Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar… Gardiyanların da zebani olduğunu söylüyordu… Bir gün mazgal açıldı ve ‘Mehmet Salih Besen hazırlansın, tahliye oluyor’ dendi. Ben şahadet getirdim. Dedim ki, ‘Biz yaşıyoruz!’… Sonradan onunla birlikte tahliye olan gençten öğrendik ki, onları Siirt’teki sivil cezaevine götürmüşler. ‘Eğer beni hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım’ demiş. Cezaevi müdürü de telefon etmelerine izin vermiş… Salih amca, telefonda, hanımına ‘Ben sağ mıyım, ölmedim mi’ diye sormuş. Ve ahize yere düşmüş. Salih amca…sağ kurtulacağına inanamadı. Sağ kurtulduğuna inandığında ise buna kalbi dayanmadı.” (Radikal, 23 Haziran 2003)”
Ne anlamı var ki sana söylemeye çalıştıklarımın. Necdet, Serdar, Erdal ve Ahmet gibi gençler; Kadir, Mustafa ve Seyit gibi binlercesi; Ömer, Selim gibi acı içinde kıvranan, ölen, sakat kalan yüz binler… Hepsi ama hepsi, tam da senin söylediğin gibi, “devletin politikaları” için ölmediler mi? O zaman da devlet, devlet politikası olarak adam öldürüyordu, sadece o kadar, değil mi? Onlar katledilmediler ki! Öldüler sadece! Ölmeleri gerekiyordu, politika gereği. Çünkü devletin izlediği politikalar, senin de belirttiğin gibi, onların ölmelerini zorunlu kılıyordu. Onlar ölmezlerse, olur muydu 24 Ocak, 12 Eylül? Onlar ölmezse sessiz kalabilir miydi koskoca Türkiye cuntaya? Onlar ölmezse 11 Eylül’de oluk oluk akan kanın 13 Eylül’de kesildiğine hangi salak inanırdı? Onlar ölmezse Turgut Özal ne kadar iktidarda kalabilir, 24 Ocak’ın mimarı olabilirdi? Onlar ölmezse Kenan Paşa ne kadar Ressam Paşa olurdu? Onlar ölmezse neoliberal politikalar ne kadar hayata geçerdi; onlar ölmezse nasıl bugüne gelebilirdik? İyi ki ölmüşler; yoksa devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü nasıl tesis edilebilir, komünizm tehdidi bertaraf edilebilir….edilebilir…edilebilirdi?.. Onlar ölmezse biz nasıl bugünkü biz olabilirdik? Öldürülmesi gerekiyordu, gerekiyordu onların; 12 Eylül’ün gerçek muhatabı(!) sendin. Onlar ise sadece “komünizmle mücadele zayiatı”...
Evet, Sayın 9. Cumhurbaşkanım; size 12 Eylül’ün muhatabı değil de “mimarı” unvanı versek kabul eder misiniz? Yukarıdaki örnekler de gösteriyor ki, 12 Eylül’ün muhatabı olmak için daha çok fırın ekmek yemeniz, çok ter dökmeniz, çok daha fazla diyet ödemeniz lazım(dı). Ama mimarlık için öyle mi? Atılan terliği tutun, getirin yeter! 24 Ocak Kararları’nı, o kararların uygulanması için canhıraş çalışışınızı, terliği getirmek için akıttığınız teri gördükten sonra 12 Eylül’ün mimarlık payesi nedir ki size? 12 Eylül olmasaydı 24 Ocak’ı yapabilir miydiniz? TÜSİAD’ın “12 Eylül olmasaydı, bu ekonomik programın neticelerini alamazdık” diyen o dönemki yönetimi ile hâlâ aynı fikirde misiniz? Dönemin Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin’in cuntadan hemen sonra işçiler için söylediği “Şimdiye kadar biz ağladık, onlar güldü. Artık sıra onlarda” sözlerinin hâlâ arkasında mısınız? Gerçekten, Tahsin Şahinkaya ABD’ye gittiğinde darbe olmayacağını düşünemeyecek kadar saf mıydınız?
“Hadi canım sen de!” Papa ne kadar Müslüman olursa, sen de o kadar 12 Eylül’ün muhatabı olabilirsin. 12 Eylül’ün muhatabı benim; biziz ve devlet(in içindeki birileri) hâlâ adam öldürüyor.
Mete K. Kaynar
ÖNCEKİ HABER

Yaz kampının aydınlığında ‘yaygın eğlence ve tatil kültürü’ üzerine düşünmelera

SONRAKİ HABER

BAŞYAZI

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...