29 Ağustos 2009 00:00

Mahalle sakini mi, işçi sınıfı mı? (1)

Türkiye, yasalarına ve seçim sistemine bakıldığında, demokratik bir yapıya sahip bir ülkedir. Ancak yaşanan; çalışanların sendikal ve siyasal örgütlenmeden kopuk, geniş halk kesimlerinin ‘mahalle sakini’ formatında, çoğunlukla edilgen olması şeklindedir.

Paylaş

Türkiye, yasalarına ve seçim sistemine bakıldığında, demokratik bir yapıya sahip bir ülkedir. Ancak yaşanan; çalışanların sendikal ve siyasal örgütlenmeden kopuk, geniş halk kesimlerinin ‘mahalle sakini’ formatında, çoğunlukla edilgen olması şeklindedir. Halkın en özgür eylemleri, egemenleri en rahatsız etmeyen eylemleri; ailecek piknik, erkeklerin kahvede futbol ve okey eylemleri ile kadınların ‘gün’leridir. ‘Mahalle sakini’nin egemenlerin gözündeki en iyi duruşu, örgütsüz duruşudur.
İşçi emekçi halk kesimlerinin örgütlü olmadığı ve sessiz çoğunluk niteliği ile mahalle sakini biçiminde varoluşu, kendi hayatı için edilgen bir duruşken, egemen sınıfların etkinliğini geliştiren bir durumdur da.
Geniş halk “mahalle sakini” ifadesinde de anlamını bulduğu şekliyle, yukarıda siyaset rüzgarları eserken, altta izleyen konumundadır. Türkiye toplumunun yaşadığı darbeler ve toplumsal sürece yayılmış baskılar, belli ki bu toplumsal durumu yaratmayı amaçlıyordu.
Sorunun altının çizilmesi gereken yanı; edilgen durumda bulunan ‘sessiz çoğunluk’, kritik toplumsal durumlarda maniple edilerek sınıf hareketinin karşısına çıkarılabildiği, kendi sınıfsal çıkarlarına ters süreçlere sokulabildiğidir. Sendikal örgütlenmeye “Bunlar yiyici, bize hayır gelmez, ben ekmeğime bakayım” diyerek bireysel çözüm arayışlarına yönelirken, kamu kurumlarının tasfiyesi gündeme geldiğinde “Zaten buralarda herkes bankamatik memuru”, “Hep zarar ediyor satılsın” diye düşünebilmekte, olup bitene sessiz kalan ya da talanı destekler konum almaktadır. Yani ‘mahalle sakini’ ifadesi, halkın egemen sınıflarca, istekleri doğrultusunda, her an kullanılmaya hazır; gerektiğinde kızmaya, patlamaya hazır bir yedek güç olarak tutma isteğinin karşılığıdır.
Egemen sınıf ve siyasal iktidar, kendi hassasiyetlerini, önceliklerini halkın hassasiyetleriymiş gibi algılatmayı başarmıştır. Bunu da önemli ölçüde işçi ve emekçi kesimlerin örgütsüzlüğü ile başarmıştır. IMF ve Dünya Bankası’nın özelleştirmeci politikalarına parti programlarında yer vermiş sol, sağ muhafazakar ve milliyetçi partiler, bu yolla varlıklarını sürdürebilmekte; mevcut sistemi yeniden üretebilmektedirler. Ve bir “sol” parti, ülkenin ekonomik durumu “göreli olarak iyi” kesimlerinden en yüksek oylarını alırken, geniş halk kesimleri tam da yoksulluk sefalet programlarını uygulayan sağ partilere yüksek oranda oy vermektedir. Çelişki olarak görülen bu durum, çoğunlukla Türkiye’nin sosyal yapısıyla eğitim durumu ve din olgusuyla açıklanır. Oysa çelişki farklı yerde aranmalıdır. Bugün verdikleri oylarla siyasal ortamı şekillendiren halk kesimi, siyasetin dışındadır. Temel etkinliği seçimlerde oy verme olarak sınırlandırılmıştır. Politikaların belirlenmesinde ve şekillenmesinde bir etkisi yoktur, tamamen edilgendir. Yolda, sokakta, kahvelerde yapılan siyasal sohbetler, tartışmalar, onların kendi hayatlarından, hayatlarındaki sorunlardan çıkan bir kaygının, bir talebin, bir çelişkinin yönlendirdiği bir etkinlik değildir. Çoğunlukla egemenleri temsil eden bir siyasal partinin sorununu kendi sorunu gibi içselleştirmesidir. Bu durum, esasında hiçbir yönlendirme, etkide bulunma olanağı olmadığı bir toplumsal durum hakkında yapılan bir beyin jimnastiğidir; etkide bulunuyormuş gibi davranarak bir rahatlamadır. Çelişki şuradadır; işçi sınıfının toplumsallaşmış olan üretime denk gelen biçimde sendikal ve siyasal olarak örgütlü olmayışıdır.
Geçen yıllarda Trabzon’da, Balıkesir’de, Mersin’de yaşananlar ve ardından gelişen süreçler, Ordu’da mevsimlik fındık işçilerine gösterilen tepkiler ve laiklik tartışmaları ile cumhuriyet mitingleri süreci, hep bu açıdan değerlendirilebilecek olaylardır. Sanki laiklik ve bağımsızlık sorunu AKP iktidara gelince başlayan bir sorunmuş gibi algılatılmıştır. Mersin’de Newroz’da bayrak provokasyonu yaşanmış, ama; “Ya bu çocuklar nasıl yaşarlar, yeterince beslenebiliyorlar mı, hatta beslenebiliyorlar mı; zaten sınırlı ve eksik olan eğitim olanaklarının olanından bile faydalanabiliyorlar mı? Evleri var mı? Evlerinde odaları var mı? Geleceğe güvenli bakabiliyorlar mı?” gibi daha eklenebilecek bir yığın soru hiç sorulmadan, bir galeyan biçiminde tepkiler geliştirildi. Oysa fındıkların yok pahasına satılmasına sebep olanlarla, mevsimlik işçileri işsizlik ve sefalet ortamına itenler aynı toplumsal güçlerdir. Örnekler daha da artırılabilir.
Kendi toplumsal konumu ve çıkarları doğrultusunda örgütlü bulunmayan halk kesimleri, bireysel kurtuluş arayışlarına yöneliyor. Bu da çoğu durumda egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda sonuçlar yaratıyor. Kapitalizmin krizinin yıkıcı etkilerinin, bireysel tedbirlerle, anlık tepkilerle aşılacağını düşünmek, suçu kendi gibilerde aramak, yoksulluğun ve işsizliğin acılarını bir an bile dindirmeyecektir.
Peki; edilgenlikten, bireysel ‘çözüm’ ya da çözümsüzlükten kurtuluşun çözümü nerededir?
Çözüm elbette, somut durumdan çıkacak tahlillerde ve somut durumu emekçi halkın lehine dönüştürecek eylemdedir.
GÜLHAN ŞİMŞEK - Eğitim Sen Ankara 3 No’lu Şube TİS Sekreteri
ÖNCEKİ HABER

Evet, emeklinin sendikası olur

SONRAKİ HABER

ETİ’de toplusözleşme ve grev süreci

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa