04 Eylül 2009 00:00

ÖRGÜTLÜ BASIN

Gazetecilerin dar zamanda sarıldıkları bir kanunları vardır: 1952 tarihli 5953 sayılı “Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun”...

Paylaş

Gazetecilerin dar zamanda sarıldıkları bir kanunları vardır: 1952 tarihli 5953 sayılı “Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun”… Gazeteciler arasında yaygın olarak bilinen adı ise “212 sayılı Kanun”dur… Uzun kanun adını kimse anımsamaz; gazetecinin haklarını ifade etmek için sadece “212” demek bile yeterlidir…
212 sayılı Kanun, 1952 tarihli 5953 sayılı kanunda değişiklik yapılmasına dair kanundur… Asıl kanundan 9 yıl sonra çıkmıştır ancak ünü, esas kanun olan 5953’ün önüne geçmiştir… 1961 yılında 27 Mayıs İhtilali’nden sonra Milli Birlik Komitesi döneminde yayımlanan 212 sayılı Kanun’un mimarı Ahmet Yıldız’dır… Onun katkılarıyla hazırlanan 212 sayılı Kanun, 10 Ocak 1961’de Milli Birlik Komitesi’nde kabul edildi… O nedenle, 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Bayramı olarak ilan edildi. 1971 muhtırasından sonra basın üzerinde oluşturulan baskılar nedeniyle “bayram” olarak kutlanmaktan vazgeçildi ve “anma günü” olarak günümüze kadar geldi…
212 sayılı Kanun’un 40’ıncı yıldönümü dolayısıyla 10 Ocak 2002 tarihinde, Şükran Soner’in TGS Genel Başkanlığı yaptığı, benim ise Genel Sekreter olarak görev üstlendiğim dönemde, İstanbul’da bir panel düzenledik. Ahmet Yıldız, o panelde çok ilginç ayrıntılar içeren bir konuşma yaptı. Dün İstanbul’da toprağa verilen Ahmet Yıldız’ın anısına, o konuşmasından bazı bölümleri aktararak, bugün sütunlarımızı ona ayırmak istiyorum:
“…Görüldü ki bu yasayı çıkarmaya Milli Birlik Komitesi kararlı. Bunu öğrenen patronlar kampanyayı açtı ve hangi üyemizi yakaladıysa ‘Bu Ahmet Yıldız dert arıyor, aramızı açıyor bunu önleyin…’
Bana bunlardan birkaçı da geldi. Eleştiri için değil de örnek olsun diye, ders alınsın diye söylüyorum. İki büyük sorun vardı aslında: Bir, ilan-reklam; bir de düşün işçilerinin durumu… Naşit Hakkı Uluğ, Eski Bir Milletvekili, geldi… ‘Yaptığın her iş güzel…’ dedi… Dinledikten sonra ‘Eğer bunlardan bir tanesini yaparsan heykelin dikilecek’ diye beni böyle pohpohladı... ‘Bu hususta da emrinizdeyim’ dedi. Oysa o, o hükümetin verdiği rüşvet biçiminde ilanları dağıtmakla yükümlü bir kimseydi… İstanbul’a gelir gelmez kampanyayı açtı: ‘Adam kararlı, aman üzerine yürüyün!..’
Cumhurbaşkanı’ndan Devlet Bakanı’na kadar bütün üyelere ‘Bu adam bozuyor bu işi’ dedi. Hatta (Cemal) Gürsel bana ‘Ne oluyorsun ya? Herkesi ayaklandırdın… Ne bu, aramızı açıyorsun’ dedi... Onlar, ayrıca ‘Biz ilanları parasız yayına söz veriyoruz’ diyerek bir de okşadılar bizi...
O durumda dört beş güçlük gördüm. Birincisi, çok büyük bir siyasal baskı vardı. Basın üzerinde dayanılmaz bir baskı vardı. İkincisi, çalışan-çalıştıran ilişkileri ilkel sözünün bile yeterince anlatamayacağı biçimde kötüydü. Basın organlarının gereksinimlerinin karşılanması çok haksız ilkelere dayanıyordu. Ayrıca ispat hakkı diye bir ayıp yürürlükteydi. Bir de besleme basın diye bir ayıp, daha o zaman vardı!..
Şimdi gençler, o dönemi yaşamayanlar diyebilir ki ‘Bu kadar da kötü olamazdı…’ Daha da kötü olduğunu Alan yayınlarından çıkan “İhtilalin İçinden” adlı kitabımda yazdım...
(…) Böyle bir durumda iken, biz bu kampanya içinde ilişkilerimizi sürdürüyoruz. Yasaları da çıkaramıyoruz. Çünkü baskı çok yoğun biçimde üyelerimize ve Devlet Başkanı’na yönelmişti. O ortamda, Kurucu Meclis’in kurulması günü geliyor. Kurucu Meclis kurulduktan sonra bu yasaların çıkarılmasının çok daha güçleşeceği ve bu baskının tüm üyelere yönelerek çıkışlarını önleyebileceği kesindi. O nedenle ben ivedilikle Kurucu Meclis’in kurulacağı günün öncesi gece bu yasaları çıkarmaya çalıştım.
(…) Müzakereler sürerken de üzerimize baskılar geldi. Yazılar geldi. ‘Biz bütün ilan ve reklamları bedava basacağız. Ne oluyorsunuz?’
İşte bu ortamda… Bir şey daha söyleyeyim, daha önce Falih Rıfkı Bey -Çok Ünlü Bir Yazar- bana geldi. ‘Ne istiyorsun?’ dedi. ‘Ne uğraşıyorsun bu işlerle? Hem yanlış senin yolun. İktidar, iktidara karşı savaşacak basınların, basın işçilerinin yanında mı tavır alır? Bana bak, bizim için biricik rejim akılcı dürüst bir diktadır. Hevesini bırak… Sen ne istiyorsan, hangi dergide, hangi gazetede ne yazılmasını istiyorsan, bana, Bedii’ye (Bedii Faik) telefon et, orda çıkar.’ dedi.
‘Öyle mi?’ dedim, ‘Tabii… Nokta koyamaz kimse biz izin vermezsek…’ dedi.
Yanımda da yardımcım Bekir Tomay var... ‘Bekir Bey bak ne diyor… Beyefendi demek bu böyle?’ dedim… ‘Evet’ dedi... ‘Öyleyse, çok geç kalmışım! Bu nitelikteki bir basın dördüncü kuvvet nasıl olur?’ dedim… Bozuldu tabii… Yani, durum bu idi...
Biz o gece sabaha karşı yasaları çıkardık. (…) Kıyamet koptu. Dokuz gazete kapandı. Üç gün gazeteler kapandı, çalışanları da kapı dışarı ediyorlar… İstanbul’da BASIN gazetesi çıktı.
(…)Tabii seyirci kalamazdım. Tepki büyüktü. Bireysel olarak önce Bedii Faik, Ercüment Karaca’yla görüştüm… İşte o konuşmalarda, Ahmet Emin Yalman ve Safa Kılıçlıoğlu çok daha ileri giderek ‘Hakkınız yok böyle şey yapamazsınız. Hangi demokraside böyle düzenlemeler var?’ dedi.
Dedim ki: ‘Ben bir defa size hesap vermeye gelmedim. Yapılan şeyi anlatmaya geldim. Haksız tepkinizin gerekli olmadığını anlatmak istiyorum. Siz diyorsunuz ki hangi demokraside var… Size soruyorum hangi demokraside Milli Birlik Komitesi var? Demek ki Milli Birlik Komitesi olacak duruma gelmişiz! Keşke o duruma gelmeseydik ve bu Komite de olmasaydı. Ama öyle geldik, ona göre düşünün…’ Anlaştık ayrıldık… Tepkiler, tabii sürdü.
O yasalar bile bugün yeterli değil bence… Geliştirilmesi, değiştirilmesi gerekir. Çünkü öyle bir hızlı değişimdeyiz ki… Ama burada bir dileğimi ve bir kaygımı söyleyeyim.
Dileğim şu: Basının holdingleşmesi, tekelleşmesi çok ilerlediği bir dönemde gözlemlediğimiz yozlaşma, kirlenmeler karşısında basın dördüncü kuvvet olma niteliğini kazansın diye uğraşırken birinci kuvvet olma tutkusuna yer verilmemeli. Her kurum, her organ görevini yerinde yapmalı. Basın dördüncü kuvvet olmalı. Birinci kuvvet (yasama), ikinci kuvvet (yürütme) ve üçüncü kuvvet (yargı) görevini yapmalı.
Kaygım da şu: Bugün bile o yasaları uygulamakta direnenler görüyorum… Böyle bir ortamda basın patronlarının, politikada ve politikacı üzerindeki büyük etkisini düşünerek, bunları değiştirmeye kalkarsak daha da kötüsüne de gidebiliriz diye kaygılanıyorum...
Konuşmalarımın sonunda, belki akla gelebilir ki ‘Bir ihtilalin öyküsünü yapıyor. Böyle işlemi özendiriyor…’ Bunun için görüşümü söyleyeyim: İhtilal, darbe gibi hiçbir eylem Türkiye’de artık yer almamalıdır. Demokrasi, sivil rejimdir. Sivil rejimlerin en kötüsü dahi, benim de içinde bulunduğum askeri rejimlere yeğlenmelidir. En kötüsü dahi, en iyi sanılan askeri rejime yeğlenmelidir.”
Medya patronlarının hâlâ korkulu rüyası olan 212 sayılı Kanun’un çıkarılmasındaki katkılarınız için sonsuz teşekkürler...
ERCAN İPEKÇİ
ÖNCEKİ HABER

F.Bahçe önce salonda sonra sahada çalıştı

SONRAKİ HABER

İnsan ne-siz yaşayamaz?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...