06 Eylül 2009 00:00
MİNERVANIN BAYKUŞU
Kültür dergileri, bizim gibi siyaset kazanının çok hızlı kaynadığı, sözlerin mevcut gürültüye eklenip zor işitildiği ülkelerde mütevazı hacimlerine ve okur kitlelerine rağmen çağın ruhu denen şeyi yansıtarak...
Kültür dergileri, bizim gibi siyaset kazanının çok hızlı kaynadığı, sözlerin mevcut gürültüye eklenip zor işitildiği ülkelerde mütevazı hacimlerine ve okur kitlelerine rağmen çağın ruhu denen şeyi yansıtarak, hatta oluşumuna katkıda bulunarak, azımsanmayacak bir rol oynarlar. Oralarda dile getirilen fikirlerin gündelik hayhuy içinde pek işitilmediği sanılır ama gerçekte öyle değildir. Fikirler o sayfalarda biriktikçe, ülkenin entelektüel çehresi de yavaş yavaş değişir. Kültür dergilerine yazı yazmayı önemseyen yazarlar, bunu hisseder ve makalelerinin Sen denize at, balık bilmezse halık bilir kategorisine girmediğini bilirler.
Bu girizgah niye?
Şundan: Evrensel Kültürün eylül sayısında birinci bölümü yayınlanan A. Galipin, Mevlana, Nasreddin Hoca, Hacı Bektaşi Veli İlişkisi başlıklı yazısını, derginin yazı işleri müdürü olarak okurların atlamasına gönlüm razı değil.
A. Galip bu yazısında, kültürümüzde istisnai bir yere sahip, 13. yüzyılın üç bilgesinin yollarının birbiriyle nasıl kesiştiğini anlatıyor. Biz onları genellikle birbirleriyle ilişkisiz, tarihsiz ve anonim kahramanlar olarak biliriz ve bu biliş şeklimizle onlar, bir zamanlar gerçekten belirli bir yerde ve zamanda yaşamış şahsiyetler olarak değil, yaşayıp yaşamadıkları belirsiz söylence kişilikler olarak kalırlar ya; A. Galip, her şeyden önce bu bilme biçimimizi tartışılır kılıyor. Sonra da tarihi yerli yerine oturtmaya çalışıyor. Aslında yazıda ileri sürdüğü tezlerin çoğu yeni olmayabilir. Ama taradığı kaynaklarda dağınık olarak duran bilgilerden, iç tutarlılığı olan bir tarih bakışı oluşturduğunu söyleyebiliriz.
A. Galip, Moğol istilasıyla yüz yüze olan Anadoluda Mevlana ile Ahi Evren (ki Ahi Evrenin, Nasreddin Hoca olduğunu söylüyor) arasında dönemin sosyopolitik şartlarından kaynaklanan bir çatışma yaşandığını ve bu çatışmanın, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunu da besleyen kaynaklardan olduğunu ima ediyor. Ne olursan ol, kim olursan ol, istersen bin kere tövbe etmiş ol, yine gel diyen Mevlana, o yıllarda Anadoluyu istila eden, girdiği her yeri yağmalayan Moğol ordularına da gönlünü ve yurdunu açmış gibidir. Moğolların Anadoludaki varlığını tanrının iradesi olarak görür. Moğollara bu yakınlığı, Mevlananın tekkesini ekonomik ve siyasal bakımdan da güçlendirecek, o çağda çok sayıda tekke ve dergahın olduğu Anadoluda ayrıcalıklı bir yer kazandıracaktır.
Zanaat erbabını ve esnafı belirli ilkeler etrafında örgütleyen Ahi Evren (Nasreddin Hoca) ise işgalci Moğollara ve onları destekleyen Mevlanaya karşıdır. Üstelik bu kavgasında Mevlananın oğullarından biri de yoldaşı olmuştur. Kimi kaynakların rivayetine göre Mevlananın Ahi Evren müridi olan oğlu Alaeddin, babasının çok değer verdiği Şemsi, Mevlana da Nasreddin Hocayı öldürtür.
Bu kanlı çatışmadan sonra Ahi Evren ahalisi Batıya doğru göçecek; Moğolların henüz ulaşamadığı, Anadolunun uçlarında Ahi Evrenin oğullarından Şeyh Edebali, kızını Osmanlı İmparatorluğunu kuran Osman Bey ile evlendirecek ve böylece tarih, bildiğimiz üzere, bu ittifak üzerine yazılmaya devam edecektir.
Belki de bir kitap hacminde işlenmesi daha uygun bu konuyu uzunca bir makaleye sığdıran A. Galip, dönemin sınıfsal ve sosyal çelişkilerini çok genel bir çerçeve içinde özetlemiş.
Açılımlarla renklenmiş siyasi yaşamımızın orta yerinde, başrolünde, pek de iyi tanımadığımızdan giderek emin olduğumuz üç bilgenin rol aldığı tarih sahnesinin önüne geçip, eldeki ipuçlarından, geçmişin dünyasını daha anlaşılır bir biçimde yeniden kurma çabasına dahil olmanın insana iyi gelen bir yanı olduğu kesin. Çünkü tarih de bizim gündelik hayatımız kadar renkli, hareketli ve canlı; tabii resmi olmayanı. Resmi tarih yazılıp kapağı kapatılmış bir deftere benzer; orada geçmiş donuktur, yaşamaz.
Ama insanın gerçek tarihi, tıpkı geleceği gibi hâlâ yazılıyor.
NURAY SANCAR