16 Eylül 2009 00:00

GÖZLEMEVİ

Dört gün sonra bayram. Televizyon muhabbetlerinde, gazete köşelerinde “Bir başkaydı eski bayramlar” yavesi ortalığı kaplayacak.

Paylaş

Dört gün sonra bayram.
Televizyon muhabbetlerinde, gazete köşelerinde “Bir başkaydı eski bayramlar” yavesi ortalığı kaplayacak. Orta yaş üstü köşe yazarları Burhan Felek’e özenecek, bir bir eski bayram anılarını yazacak. Televizyonlarda Hakkı Devrim, Aydın Boysan, Tarık Minkari, Hıfzı Topuz gibi “baba”lar 1930’lu, 1940’lı yılların bayramlarını anlatacak.
Bayram tatili göçü bugün yarın başlayacak. Varsıllar yurtdışına akın edecek. Milyonlarca kişi memleket gezisine, aile ziyaretine gidecek. Meydanlarda yüzlerine TV kamerasının objektifi “zoom”lanan, burunlarına mikrofon uzatılanlar: “Bayramların bayramlığı mı kaldı ki biz evde kalalım,” diyecek.
Ben gene otobüste, trende, vapurda insanların birbirlerine yer verdiği eski bayram günlerini özleyeceğim. Emniyet kemeri, kafalığı, hava yastığı olmayan İstanbul’un “dolmuş”larını ve “çocuk kilidi” bulunmayan prizleri, araba kapılarını, ilaç şişelerini ve kimyasal ev temizleyicilerini aklıma getireceğim.
Bayiye gazete almaya gideceğim, giderken yolda kafasında kaskı ve bisikletiyle rastlayacağım delikanlıya, bisiklete kask takmadan binişimizi anlatacak, kaskın ne olduğunu bilmediğimizi söyleyeceğim. Mahallede oynayan tek tük çocukla karşılaştığımda, bayramlarda sokak aralarında yepyeni giysilerimiz, pırıl boyalı ayakkabılarımızla kan ter içinde oynadığımız saklambaç oyunlarından bahsedeceğim. Hani, susadığımızda suyu steril pet şişelerden değil, herhangi bir evin bahçesindeki musluğa takılı hortumdan terli terli ve de kana kana içerdik ya! Nasıl olup da mikrop kapmadığımıza ya da hasta olmadığımıza bir kez daha hayret edeceğim.
Büyük kentlerde, belli ekonomik gücü olan insanların yoğunlaştığı semtler, hiç kuşkum yok bu bayramda da boşalacak. O insanların gezdiği caddeler, sokaklar, eğlence bölgeleri, alışveriş merkezleri bambaşka dünyaların insanları tarafından doldurulacak. İstanbul’un İstiklal Caddesi’nde varoş gençliğinin yarattığı kalabalık, gürültü, gerilim, polisiye vakalar, taciz olayları gazetelere/televizyonlara haber olacak. Yalnızca varoşlardan değil, Anadolu’dan da akınlarla büyük kentler dolacak.
Beni sorarsanız, bayramın ilk günü Bodrum’da büyük oğlumu evereceğim. İkinci gün, oğlumla sevgilim olan anasını çevremden uzaklaştırıp, gelinim Fulya ile baş başa bir öğle rakısının keyfine ereceğim. Fulya’ya benim bayramlarımda sokağa oyun oynamaya çıkmamın tek koşulunun hava kararmadan önce eve dönmek olduğunu söyleyeceğim. Fulya ile söyleşim sırasında; oyun oynarken oluşan yaralarımızdan, arkadaş tarafından kırılmış dişlerimizden de söz edeceğim. “Ne tuhaf! Hiçbirimiz bu yüzden dişini kırdığımız arkadaşın anası ya da babası tarafından karakola şikayet edilmemiş, dolayısıyla mahkemelere düşmemiştik,” diyeceğim.
Giderek: “Kendimizden başka hiç kimseyi sorumlu tutmazdık,” diye de söyleneceğim. Gerçek şekerli içecekler içişimiz, gerçek tatlılar ve gerçek tereyağı sürülmüş ekmek dilimlerini yiyişimiz düşecek aklıma. Göbeğimi okşayıp/hoplatıp, o yıllarda kilo sorunumun olmayışını düşüneceğim. Dört çocuk bir şişe gazozu paylaşışımız ve aynı şişeden içişimizle hayalleşeceğim. Nasıl olup da kimsenin bu yüzden hastalanmadığına bir kez daha hayret edeceğim.
(Dört güne kalmaz, ülke genelinde büyük çaplı halk kaymaları olacak. Mekanlar, sokaklar, caddeler, semtler, bölgeler halk değiştirecek. Sonra bir hareket dalgası daha… Ve her şey eski haline dönecek. Ta ki iki ay sonraki bayrama kadar…)
Öğle rakısının sonunda Fulya’ya: “Yahu, Playstation ve benzeri video oyunlarımız, MP3’lerimiz, doksan dokuz kanallı ‘plazma’ televizyonlarımız, bilgisayarlarımız, “chat” odalarımız hiç olmadı bizim. Ama bütün bunların yerine arkadaşlarımız vardı. Bisikletle, bisikletimiz yoksa yürüyerek taaa nerelerde oturan arkadaşlarımızı ziyarete giderdik. Tek kale futbol maçı yapardık da, takıma alınmadığı için psikolojik travma geçirene hiç mi hiç rastlamadık. Böylesi olaylarla dünyanın sonunun gelmeyeceğini daha o günlerde anladık,” diyeceğim. Fulya’yı bir güzel güldüreceğim.
(Sonra, toplumun farklı kesimlerindeki “öteki” dünyaların insanlarının bu kere de bir araya gelemeyişlerine üzüleceğim. Çelişkiler yumağı, büyük kentlerde bu bayram da, hem de daha derinden, daha da belirgin yaşanacak.)
Bayramın ilk sabahı elini öpeceğim büyüğümün pek kalmamış olmasına hayıflanacağım.
Nereden nereye… “İkmal”lere kalışımı, hatta “sınıflarda çakışımı” anımsayacağım. Bu nedenle psikologlara ya da pedagoglara götürülmemişliğimi anacağım. Konsantrasyon sorunu ya da hiperaktivite tanısı da konmamış bana. Ayılacağım.
* * *
Hey gidi hey… Özgürlüğümüz, üzüntülerimiz, başarılarımız, kendimize göre üstlendiğimiz görevlerimiz vardı eski bayramlarda.
Sorunlarla yaşamayı o günlerde öğrendik.
Ne askerde, ne poliste, yani türlü işkencelerde başımızı öne eğmedik.
Esasında, öyle sadece Ramazan’da Kurban’da falan değil, ama başka “vesilelerle”, başka “münasip” günlerde bayram yapmayı alnımızdaki terlerle hak etmiştik.
Gel gelelim; ne sen sor, ne de ben söyleyeyim Sevgili Kardeşim!
Hiç, ama hiç, adam gibi bayram edemedik.
ÜSTÜN AKMEN
ÖNCEKİ HABER

12 Eylül Darbesi 5

SONRAKİ HABER

Tiyatrolar örgütleniyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...