19 Eylül 2009 00:00

Hakkımda İstiklal Mahkemesi kuruldu


Çalıştığı süre içinde, gazeteciliğin mesleki ilkeleri konusundaki titizliği ve duyarlılıklarıyla Cumhuriyet gazetesinin “kırmızı çizgilerine” sığmayan Berat Günçıkan’ın işine son verilmesi, Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Yıldız’ın bir köşe yazısında “aramızdan ayrıldı” ifadeleriyle bildirilmişti. Günçıkan’ın bir süre önce Cumhuriyet Dergi’deki görevinden alındığını bilenler için bu ifade, altında bir bit yeniği olduğu hissini uyandırırken, bilmeyenler ise belki normal bir ayrılma gibi algıladı.
Başarılı gazetecilik çalışmaları yanında, Türkiye’de çeşitli demokratikleşme gündemleriyle ilgili çalışmalarda da adına rastlanılan bir isim olması, Günçıkan’ın yaşadığı sürece ‘zum yapmayı’ gerekli kılıyor. Berat Günçıkan ile Cumhuriyet’ten atılmasına kadar giden süreci, bu süreçte yaşadıklarını konuştuk.

Uzun süre çalıştığın Cumhuriyet’ten ayrılman, Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Yıldız’ın köşesinde “Arkadaşımız Berat Günçıkan aramızdan ayrıldı” diye yer aldı? Aslı neydi ve bu noktaya nasıl gelindi?
‘Ayrılma’ değil, basbayağı atılmaydı. Bu sürece nasıl gelindiğini anlatırken, geçen yıl yaşanan bir gelişmeyle başlamam gerekiyor. Geçen sene bir toplantıdaki konuşmacılardan biri de bendim. Konuşmamda medyanın tutumunu eleştirdim. Bu tutumlardan biri de, hem yazılı hem de görsel medyanın, Abdullah Öcalan’dan ‘bebek katili’ diye söz etmesiydi. Medyanın böyle bir söylemi kullanamayacağını söyledim. Aynı konuşmada, insanların Türk bayrağını simgeleştirmenin ötesine geçen bir dil kurmayı öğrenmelerinin anlamlı olacağını söyledim. Konuşmamdan sonra, Zaman gazetesi muhabiri benimle söylediklerimle ilgili röportaj yapmak istediğini söyledi. Ben de, “Söyleyeceklerimi zaten burada söyledim” dedim. ‘Tamam’ dedi. Ertesi gün Zaman’da çıkan habere bir baktım: ‘Cumhuriyet yazarından şok açıklama: Öcalan bebek katili değil!’ Aynı sayfada, İlhan Selçuk ve Ergenekon ile ilgili haber var. Ardından bu bazı televizyonlarda, Vakit gazetesinde ve internet sitelerinde de çıkarak yayıldı.
Ben Zaman gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni’ni aradım. Benimle konuşmadı. Bu sefer de ses bandım gazetenin sitesine koyuldu.
Ben bekledim tabii, Cumhuriyet’te, yukarda kıyamet kopacak, diye. Beklediğim gibi kıyamet kopmuş. Ancak İlhan Selçuk’un da haberi aynı sayfada verildiği için, ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ mantığıyla bana dokunulmadı. Aradan birkaç ay geçti. Yeniçağ Gazetesi Yazarı Sabahattin Önkibar o konuşmamdan ve konuşmadaki bayrak meselesinden bahsetmiş. Ben o köşe yazısını görmedim, ama bir okur aradı, ‘Sen böyle şeyleri nasıl söylersin’ diye.
Anlatmaya çalıştım. Okur beni anlamak istemediği gibi saldırgan bir üslupla konuşmaya devam ediyor. Ben de, ‘Siz Yeniçağ okuru musunuz, Cumhuriyet okuru musunuz?’ diye sordum. O da, ‘ikisinin de okuruyum’ dedi. Sonra benim bu telefon konuşmam aynı köşe yazarının, Sabahattin Önkibar’ın köşesinde çarpıtılarak yayınlandı. Cumhuriyet’in okurları içindeki milliyetçi bir eğilim taşıyanlar olduğunu da biliyorum, ama bu kadarını, yani hem Yeniçağ hem de Cumhuriyet okuru tipini de bu tepkilerden sonra gördüm. Bunun üzerine, Cumhuriyet’te, benimle ilgili bir ‘İstiklal Mahkemesi’ kuruldu.
Bu mahkemenin başkanı ve üyeleri kimler?
Başında İlhan Selçuk var ve diğerleri de Cumhuriyet’te söz söyleme yetkisi olan köşe yazarları. Orada benden bu konuda bir düzeltme istediler. Ben bir düzeltme yazdım. İlhan Selçuk okudu ve ‘bu böyle olmaz’ dedi. Ben de, ‘benim düzeltmem bu’ dedim. Bu sefer dedi ki, ‘ben yazayım o zaman’ ve o yazdı bir metin. ‘Öcalan’ı savunamayacağımı ve bayrağa da saygısızlık etmediğimi’ söyleyen bir metin. Ben de o anda biraz arkadaşların söylediklerinden etkilenerek, biraz da belli bir kaygılarla bu metni imzaladım ve bu gazeteye gönderildi benim imzamla.
Sebahattin Önkibar o düzeltmeyi bir paragraf girmiş, ama bu tartışma uzadı. İlhan Selçuk özellikle bayrak meselesindeki söylediklerime tepki gösterdi. Bu gerginlik şubatın sonuna kadar sürdü. Şubatın sonunda da dergideki görevimden alındım, sonra serbest muhabir yapacaklarını söylediler. Ardından bazı sınırlamalara gittiler, haklarımdan kesintiler yaptılar. Beni röportajcı olarak kullanacak ama, yemek kartı vermiyor mesela. Benim hakkındaki kararlar da bana doğrudan söylenmiyor, geciktiriliyor. Benim yerime başkası ikame ediliyor, ben başka yerden duyuyorum. Böyle tuhaf, gerilimli bir süreç. Sonra ben gittim genel yayın yönetmenine, ‘sen genel yayın yönetmenisin, bana kararları sen ilet’ dedim. Neyse bu iletme yapıldı. Telifli sözleşmeli çalış, dediler, haklarımdan kestiler. Ben de sonunda ‘tamam çalışayım, İşsiz olmaktansa, başka işler yaparım’ diye düşündüm. Telif sözleşmesini imzalamaya gittiğimde çok az bir para önerdiler. Bu çok az, dedim. Bu aslında benimle çalışmak istemediklerinin bir ifadesiydi. Bu da söylendi zaten.

Dergiden alındığını duyduğumuzda Cumhuriyet’teki kimi arkadaşlara da sorduk, senin için ‘Ağabeyci değildi ve dik duruyordu’ demişlerdi.
Bence gazeteci işini yapmalıdır. Ben onun dışında bir ilişki kurmak durumunda değilim. Ben işimle varım orda. Cumhuriyet’te böyle sıkıntılar var ama herhalde diğer gazetelerde de benzer sıkıntılar yaşanıyor. Olmadım yani, ağabeyci falan olamam.

İlhan Selçuk’un tekil gündelik olaylara kadar etkisi oluyor mu?
Oluyor, her şeyi görüyor. Bana durum genel yayın yönetmeni tarafından bildiriliyor, bu ‘olmamış’ diye. Ben anlıyorum. İlhan Selçuk’a şirin görünmek için tetikleyenler var mıydı, bilmiyorum, ama Emre Kongar’ın da bütün dikkati derginin üzerindeydi: İlhan Selçuk’un yanında ‘Yine politik bir dergi’, ‘Yine kötü bir dergi’ deyip durduğu kulağıma geldi.

Neler politik bulunuyordu? Herhalde Cumhuriyet’in kırmızı çizgilerinin dışına taşan şeyler. Örneğin Kürt sorunu ve sosyalizm konusunda duyarlılık gibi mi?
Bunlar o kırmızı çizgileri ihlal anlamına geliyordu. Sadece bunlar değil, kadın meselesinde de öyle, eşcinseller, cinsel kimlikler meselelerinde de öyle. Yani bu konular hep rahatsız ediyordu yönetimi. ‘94’ten bu yana böyle eleştiriler vardı. Kıbrıs meselesinde de. 24 Temmuz’da, yani Kıbrıs çıkarmasının yıl dönümünde ben ‘Kıbrıs Türkiye’nin üzerinde bir yük’ denilen ve uygulanan politikaların yanlış olduğunun söylendiği bir röportaj yaptım. Bu röportaj, ‘Bu ne yapmak istiyor’ diye büyük bir tantanayla çıkartıldı mesela. O dönemde ben çok iyi biliyordum çıkartılacağını. Röportaja gittim, telefonum açık bekliyorum, yerine koyacak malzemeyi de hazırladım. Ama ben kendime otosansür uygulamayacağım, sansür gelirse de, o sansürün gereği yapılır, dedim. Ve beklediğim telefon geldi, gazeteye geri döndüm röportajımla. Aklıma gelen başka bir olay daha var. 1993 yılında daha savaşta yer almış olanlarla ilgili ‘Vietnam Sendromu’ tanımı kullanılmazken, çatışmada yer alan askerlerle konuştum. Bir sene bu röportaj ellerinde bekledi.Neyire Özkan duymuş benim bu işi yaptığımı. Aktüel’deydi o. Arayıp, ‘biz Aktüel’de gireyim’ dedi. Ben de, ‘Ben bu işi Cumhuriyet için yaptım, tekrar bir konuşayım’ dedim. Döndüm söyledim, yine mırın kırın ettiler, ama çok denk düştü. O dönemin Genelkurmay Başkanı yaralanan askerleri ziyaret ediyor ve ‘bu tür olaylar Vietnam’da da olmuştu’ gibi bir cümle kullanıyor. Gazete birinci sayfadan Genelkurmay Başkanı’nın bu açıklamasını kullandı, yanından da benim röportajımı verdi. Ama tam bir yıl sonra.
Aslında derginin daha çok dikkat çekmesi ve abluka altına alınmasına neden olan olay şeydi. 1 Eylül 1996’da değişik ülkelerdeki savaşlardaki mezarları kullandık. Güneydoğu’dan da gerilla mezarını kullandık. Sonra Gündem’de Gurbeteli Ersöz’ün Gündem’de ölüm ilanını görünce, üniversite bitirmiş, gazete genel yayın yönetmenliği yapmış, sonra da dağa çıkmış. Bir gazete genel yayın yönetmenliği yapmış bir insan, önünde başka fırsatlar varken nasıl dağa çıkar? Benim aklımın sınırlarını zorlayan bir süreçti ve peşine düştüm. Gurbeteli Ersöz’ün hocasından tut, arkadaşlarına kadar bir dizi insanla konuşarak bir yazı hazırladım ve bu yayınlandı. Yönetimin de çok dikkatini çekmedi. Ama gazetelerden biri manşetinden girdi ‘PKK Cumhuriyet’te’ diye. Kısa da olsa oradan da tepki geldi.
Başarılı işler yaptık. Dışarıdan insanlar ‘Bravo nasıl Cumhuriyet’te böyle işler yapıyorsunuz?’ diyordu. Ama bu bravo yalnız benim ya da arkadaşlarımın üstleneceği bir bravo değildi. Cumhuriyet daha sol ile bağlarını kesmemişti o dönemde. O okuru istiyordu, bu tür haber ve yazıların girdiği derginin çıktığı gün artı 10 bin tiraj alıyordu. Ama tabii bunun ne kadarını dergi için alıyor, ne kadarı pazar okuyucusu, yani pazar günü diğer birçok gazeteyle birlikte onu da alıyor, bunu saptamak zor, Cumhuriyet’te bu okuru yitirmek istemiyordu.
Ne zaman ki hatlar keskinleşti, artık bir dava var, o davadan yargılananlar var artık bu durum bünyeye fazla gelmeye başladı. Ve bu kararı aldılar.


ÖRNEK ADANA BÜRO TASFİYE EDİLDİ
Seni de tecrit eden bu daralma kaç yıldır var? Örneğin Aydın Engin ayrıldı, Oral Çalışlar da son olarak ayrıldı. Ama o kendi isteği ile ayrıldı gibi yansıdı.
O da bir çıban başı olarak görülen bir kimlikti. Hem yönetim tarafından, hem okur tarafından. Ben Cumhuriyet’e Adana büroda girdim 1987’de. 3 sene Adana’da çalıştım. Adana’daki süreç, bu öğretmen Sıddık Bilgin’in gözaltında katledilmesi, mezarının açılması, Yeşilyurt köylülerine dışkı yedirilmesi, ölüm oruçlarının olduğu süreç.

Celal Başlangıç’ın Cumhuriyet’in Adana bürosunun başında olduğu dönem.
Evet Celal Başlangıç ile beraber çalıştık. Bence o dönem çok iyi gazetecilik yaptık Adana’da. Pek çok gazeteci bu haberleri yazamazken, Cumhuriyet bu haberlere kapı araladı.

Şimdi aslında senin de atılmanla birlikte, o Adana bürosu Cumhuriyet’ten tasfiye edilmiş oldu değil mi?
Evet bu bir tasfiye ve yukardan gelen bir emirle tasfiye. Gazetenin yönetiminden de daha yukardan gelen bir uyarıyla bence.


OKURLARDAN OLUMLU TEPKİLER ALDIM
Okurların tepkisi nasıl oldu?
Olumlu tepkiler aldım. Dergiden alındığım zamanda okurlardan gelen maillerden bunu gördüm. En azından bizim çabamızı teslim eden bir okur olduğunu gördüm. Cumhuriyet’in okuru öfkesini dillendirir, beğenisini çok az dillendiren bir okurdur.
Senin gitmenle Cumhuriyet’te farklı tepki verecek etkili pek isimde kalmadı gibi. Tanıdığımız demokrat, duyarlı genç muhabir arkadaşlar var, ama onların konumu seninki kadar etkili değil.
Evet demokrat, antimilitarist arkadaşlar var, ama onların ses çıkarması çok zor. Bir de şöyle bir sıkıntı var ve bu sadece Cumhuriyet’e de ait değil. Gazetecilerin geneli zaten gazeteciliği sözünü söylemek için bir araç değil, kendi kimliğini göstermek için bir amaç olarak görüyor. Ya misyoner oluyor ve o ideolojinin taşıyıcısı oluyor, gazetecilik etiğini çiğniyor. Ya da kendi isminin peşinde koşup haberi göz ardı ediyor. Bizde de öyle arkadaşlar var, örneğin bir arkadaş haberinde PKK bayrağı için ‘bez parçası’ gibi bir şey kullanıyor. Sen muhabir olarak bunu diyemezsin.

Bu Cumhuriyet’te edinilen bir şey herhalde.
Evet ama, bu sana söylenen ağabeycilik gibi bir şey. Ben ‘ağabeyin’ de bu kadarını istediğini zannetmiyorum.


ATILMAMDA İLHAN SELÇUK VE EMRE KONGAR ETKİLİ OLDU
Atılmana karar verilen mekanizmada kimler var?

İlhan Selçuk var, Emre Kongar var. Özellikle benimle ilgili konuda Emre Kongar çok baskı uyguladı. Beni baştan beri istemedi. Baştan beri, İpek Çalışlar döneminden beri, derginin politik olmaması, daha light (hafif, yumuşak) olması gibi bir telkin vardı. Kadın konuları olabilir denildi ama, biz kadın hakları üzerinden gidiyorduk, onlar daha reklama dayalı işler de isti-yorlardı. Dergi çok politik bulundu İpek Çalışlar döneminde de. İpek önce zaten bir tartışmadan dolayı gitti. Bu süreç zaten benim geleceğini bildiğim bir süreçti. Eğer politik bir iş yapmışsak, hemen hemen her sayıda böyle bir şey bekliyorduk. Şimdi yukarda tartışılacak diye düşünüyorduk. Her seferinde de olu-yordu, beğenilmiyordu dergi yukarıdakiler tarafından. Buraya geleceği belliydi, ama bence bir mües-sesede olması gereken tutarlığı göstermediler. İdeolojik farklılığı anlayabilirim. Gazetenin bir yapısı var, bir misyon üstlenmiş, ben o misyonun dışındayım. Gazeteciyim ve gazeteci olarak meslek etiğine uygun ne gerekiyorsa onu yapmak istiyorum. Ama onlar o misyona dair işler yapmamı istiyorlar. Bu çok anlaşılır bir şey. Ama işten atma sürecinde temiz davranmadılar. İttihat ve Terakki ruhu mudur bu nedir bilmi-yorum. Bir entrika süreciyle sonumu getirdiler.


Mehmed Uzun röportajım çıkartıldı
Bugünden geriye bakınca, bu sürece gelineceği izlenimini veren başka olaylar anımsıyor musun?

En bariz olan şeylerden birisi bence Mehmed Uzun’dur. Mehmet Uzun’un Nar Çiçekleri kitabı çıktığında, okudum ve çok etkilenmiştim. Röportaj yaptım onunla. Ama röportaj çıkartıldı, kullanılmadı. Üstelik ‘kim tanıyor Mehmet Uzun’u’ gibi bel altından ve tamamen siyasi gerekçelerle.
(İstanbul/EVRENSEL)
Fatih Polat

Evrensel'i Takip Et