24 Eylül 2009 00:00

MERCEK

AKP yöneticileri, bir süreden beri Osmanlı İmparatorluğu’nu imrenilecek “model” gösteriyor; Türkiye’nin politikalarını, “ayakları yere sağlam basan Osmanlı”nın gücü ve etkisiyle kıyaslıyorlar.

Paylaş

AKP yöneticileri, bir süreden beri Osmanlı İmparatorluğu’nu imrenilecek “model” gösteriyor; Türkiye’nin politikalarını, “ayakları yere sağlam basan Osmanlı”nın gücü ve etkisiyle kıyaslıyorlar. Başbakan Erdoğan, daha birkaç gün önce “Osmanlı gibi olmak”tan söz ederek, “Cumhuriyeti o noktaya getirmemiz lazım” diyordu. Dışişleri Bakanı Davutoğlu ise Türkiye’nin “bölgeye düzen verme gücü”nden söz ederek, bununla hükümetleri arasında ilişkiler kuruyor. Hükümet ve devlet yöneticileriyle olduğu kadar, Amerikan yönetimiyle de sıkı ilişkileri olan Fethullah Gülen de birkaç ay önce, Türkiye’nin “Osmanlı’dan kalma müthiş bir kredi” üzerinden politikalar izlemesini vaaz etmişti. General Başbuğ’un Mardin’deki açıklamasında da “güçlü Türkiye” vurgusu vardı.
Türkiye’yi bölgenin güçlü ve “model” ülkesi gösteren açıklamalar, önceki aylarda ABD ve NATO yöneticileri tarafından da yapılmıştı. Türkiye’nin “mihver ülke” haline geldiği söylenmiş, Obama yönetiminin Dışişleri Bakanı H. Clinton Türkiye’ye gelerek, Türkiye’nin “bölgenin güçlü ülkesi olduğu”nu yinelemişti.
Türkiye’nin “gücü”nü bölgede oynayacağı rol ile bağlantı içinde vurgulayan bu açıklamalar, diplomatik, askeri, politik ve bazı ekonomik girişimlerle destekleniyor. Bölge ülkelerinin yöneticileriyle “görüşme trafiği” son yıllarda giderek yoğunluk kazandı. Irak, Irak Kürdistanı, İran, Suriye, Filistin, Azerbaycan, Gürcistan ile kısa aralıklarla birçok görüşme yapıldı. Ermenistan ile “soykırım” ve “Karabağ sorunu” bağlantılı gerginliklere karşın, ilişkilerin iyileştirilmesi ve sınırların açılması yönünde adımlar atıldı. Azerbaycan’ı “küçük kardaş” koltuğunda tutma politikası devam ediyor. Gürcistan’a, ABD yedeğinde “hamilik” yapılıyor. Irak ve Irak Kürdistanı Federe Yönetimi ile ilişkiler, Türkiye Kürt direnişini “tasfiye etme”, enerji kaynaklarından yararlanma ve Batı pazarlarına nakil güzergahı olarak pay alma hesaplarıyla iyileştirildi. Anlaşmalar imzalandı. “Irak ve Kürt bölgesinin yeniden inşası”nda rol alındı. Dışişleri bakanı, Türkiye-Irak Stratejik İşbirliği Konseyi 1. Bakanlar Toplantısı ardından, “bir hükümet gibi çalıştık”larını ve hedefin “tam entegrasyon” olduğunu açıkladı. Suriye sınırında vize uygulaması kaldırıldı. İran ve Rusya ile “ikili dostane ilişkiler” ve ticari anlaşmaların kapsamını genişletme toplantıları sürdürülüyor, vs, vb.
Hükümet sözcülerinin, “stratejik derinliğe sahip dış politika” olarak gösterdikleri ve “bölgenin güçlü ve önder ülkesi Türkiye” propagandasının dayandırıldığı bu girişimler, küçük ve orta burjuva kesimlerin yanı sıra halk kitleleri içinde de etkide bulunuyor; Türkiye’nin “Ortadoğu’nun ve tüm bölgenin güçlü ve önder ülkesi” haline gelmekte olduğu; daha etkin politikalar izlemesinin halk desteğini gerektirdiği yanılgısına yol açıyor.
BÖLGENİN ‘DÜZENLENMESİ’ VE TÜRKİYE’NİN YERİ
1979 İran Devrimi’yle “başlayan” ve Sovyetler Birliği ve ‘Doğu Bloku’nun dağılmasıyla hız kazanan gelişmeler, başka birçok etki ve sonuçlarıyla birlikte, Balkanlardan Ortadoğu-Kuzey Afrika ve Kafkasya’ya çok geniş “bölge”de, son yirmi-otuz yıllık sürecin “düzen verici” güçleriyle kullanılan güçlerini yeniden açığa çıkardı. Konu çok çeşitli bağlantıları içinde bugüne kadar birçok makalede irdelendi. Bu makalenin konusu da bu değil. Ne var ki, eğer bir düzenlemeden söz edilecekse, her şeyden önce başlıca iki güçten; ABD ve Rusya’dan söz etmek yerinde olacaktır.
Türkiye bu süreçte, “düzenleyici” ya da “büyük güç” olmak bir yana, “düzenlenen ülke” oldu! Böbürlenmeci propagandaya rağmen, Türkiye İran “kadar” bile olamadı. İran’da anti ABD emperyalizmi politika güç kazandı. İş birlikçi şah yönetimi yıkıldı ve mollalar yönetimindeki İslami rejim bölge halkları içinde prestijini artırdı. ABD, bölgedeki hemen her girişiminde İran’ın engellemeleri ve itirazlarıyla karşılaştı.
Türkiye’yi yönetenler ise “stratejik müttefik” olma propagandası eşliğinde altmış yıllık taşeronluğu sürdürdüler. İran Devrimi’nden ve İran’ın bölgede güç kazanmasından korkuya kapıldılar. ABD’nin hegemonyacı stratejine daha fazla bağlanarak Arap halklarına karşı İsrail Siyonistleri ile stratejik iş birliğini güçlendirdiler. Irak’ın işgal edilmesine destek vererek Türkiye topraklarını Amerikan işgalcilerinin kullanımına açtılar. ABD, Türkiye’nin “laik İslamı”nı, anti Amerikan politikalara “cevaz veren” İran ve öteki bazı Ortadoğu ülkelerinin “radikal İslamı”na tercih propagandasıyla Türkiyeli iş birlikçilerinin sadakat ısrarını birleştirdi. Türkiye’yi “bölgenin güçlü ve örnek ülkesi” olarak payelendirmek, çıkarlarına uygun düşüyordu.
Ancak, ABD’nin bölgede ve bölge halkları önündeki “prestiji” büyük yaralar almıştı. Irak ve Afganistan’ın “teröre karşı savaş” gerekçesiyle işgal edilerek toplamı üzerinden milyonları bulan “Müslüman”ın katledilmesi ve işgalin temel nedeninin petrol ve öteki enerji kaynaklarının ele geçirilmesi olduğunun açıklık kazanması, emperyalist ikiyüzlülüğe öfkeyi artırdı. ABD yönetimi taktik değişikliğe zorunlu hale geldi. Obama yönetiminin başlattığı sözde barışçıl politika bunun ürünüydü. Bu, bölgedeki yayılmacı politikanın başarılı olması için “elzem” görülmüştü. Türkiye’yi yönetenlerden istenen ve beklenen, bu politikaya uyum göstermeleri ve güç vermeleriydi.
Türkiye’nin gücü ve rolü bu Amerikan politikası içinde anlam kazanıyordu. Ondan, bölge ülkeleriyle “dostane ilişkiler geliştirmesi” isteniyordu. Böylece Türkiye’nin “vazgeçilemez ülke olduğu” imajı güç kazanacak, hükümet sözcüleri, yukarıdaki girişimlerini örnek göstererek “en güçlü bölge ülkesi” iddiasını -inandırıcı kılmak üzere- sürdürebileceklerdi. ABD, “ilişkilerin normalleştirilmesini” istemişti. Türk yöneticiler, bu doğrultuda harekete geçip hızla çalışmaya başladılar. “Yeni Osmanlıcı” böbürlenmenin kilidi hükümetin elinde, anahtarı Obama yönetiminin cebindeydi!
OSMANLI DÖNEMİ DİRİLTİLEMEZ
Askeri feodal ve güçlü bir imparatorluk olarak Osmanlı, çok geniş sahada at koşturmuş, ülkeler zaptedip egemenliğini geniş topraklara yaymış, ardından da tarihsel toplumsal gelişmenin kaçınılamaz kıldığı bir çöküş ve sonu yaşayarak tarihin “çöplüğü”ne karışmıştır. İmparatorluk dağılmış, burjuvazi yönetiminde yeni devlet kurulmuş; üzerinden de yüz yıl geçmiştir. O ölüyü diriltmek artık olanaklı değildir. Dünyanın yeni ve emperyalist hegemonyacı güçleri, son yüz yılın kapitalist “imparatorlukları”nı oluşturmuşlardır. “Yeni Osmanlıcı”ların “horoz”landıkları alanda artık bunların borusu ötüyor!
“Yeni Osmanlıcılık” hayali besleyenler, petrol ve öteki hammadde kaynaklarından pay almak, Musul-Kerkük üzerine “Türk toprağı” iddiasını sürdürmek, Kafkaslar’da ve Balkanlar’da “Türklük davası” güderek etkili olmak istiyorlar. Ancak, kendilerine verilecek görevleri yerine getirme karşılığında bir sus payı ile yetinmek zorundadırlar. Ötesine geçemezler. Teşebbüs etmeleri durumunda ise “çuval”lar hazır tutulmaktadır.
EMEKÇİLER GERÇEKLERİ GÖRMELİDİRLER
“Türkiye’nin gücü” propagandası, komşu ülkeler ve halklarıyla ilişkileri gerginleştirici özellikler taşımasına karşın, kitleler içinde etkili olabilmektedir. “Çatışmanın eşiğine gelmiş olmak”tan, sınırdaki mayınların temizlenmesi ve vizesiz giriş çıkışlara doğru alınan yol, daha iyi ilişkiler beklentisi yaratıyor. Amerikancı politikanın Irak-Suriye-Ermenistan-Irak Kürdistanı “ayağı”ndaki gelişmeler, “hükümetin ve devletin başarıları” olarak görülüyor. Vitrini yeşil zeytini renklerle süslenmiş bir askeri-politik ve diplomatik-iktisadi politika örgüsüyle karşı karşıyayız. Hükümet, ülke ve toplumu ileri taşıma, huzur ve güven içinde büyük bir güç olarak yaşamayı garanti etme iddiasındadır. Vitrinin arka tarafı ise tam bir cephaneliktir!
İncirlik ve onu tamamlayan yirmiye yakın Amerikan askeri üssünde “konuşlandırılmış” atom başlıklı füzelere “patriotlar” eklenecektir. Kitlesel yoksulluk, açlık, işsizlik giderek artarken, bütçe kaynakları askeri savaş alanına akıtılmakta; “diplomasiden işgallere her şeyin masada olduğu” Amerikan ve NATO stratejisine uyum gösteren yedeklenmiş politika güçlendirmektedir. Bu politikanın Rusya ve İran ile ilişkileri gerginleştirmeye mahkumdur. Kürt mücadelesine karşı saldırgan politika, yatıştırıcı-göz bağcı ikiyüzlülüğü öne çıkarmaktadır, vb.
Burjuvazi ve hükümeti, çıkarlarının kavgasını veriyor. Politikasının “barışçıl” olması niyetlere ve isteklere bağlı olamaz. Belirleyici olan, güç ilişkileridir. Burjuvazi ve temsilcileri, kitlelerin isteklerini bu politikanın hareket ettirici gücüne dönüştürmek istiyorlar. Onlara bu olanağı tanımayarak gerçekleri açığa çıkarmak emekçilerin çıkarınadır.

*** *** ****
* Gazetedeki yeni düzenlemeye uyarak, bu köşedeki makaleler, bundan sonra yalnızca perşembe günü yayımlanacaktır. Anlayışla karşılanacağını umarız.
A. Cihan Soylu
ÖNCEKİ HABER

Erdoğan ve Obama’nın korumaları birbirine girdi

SONRAKİ HABER

Avrupa Konseyi’nden ‘yeşil holding’ yanıtı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa