03 Ekim 2009 00:00

Bizim için ağlama IMF 3

Geçtiğimiz hafta toplanan G-20 zirvesi, biraz da Obama başkanlığında gerçekleşen ilk toplantı olması nedeniyle büyük bir debdebeyle, küresel bir medya ilgisiyle geride kaldı.

Paylaş

ABD’nin zayıflayan hegemonyasına macun
Hayri Kozanoğlu
Geçtiğimiz hafta toplanan G-20 zirvesi, biraz da Obama başkanlığında gerçekleşen ilk toplantı olması nedeniyle büyük bir debdebeyle, küresel bir medya ilgisiyle geride kaldı. Verilen tüm iyimser mesajlara karşın dünya ekonomisinin içine sürüklendiği kriz ortamından sıyrılabilmesi yolunda somut kararlar alınamadı. Bankerlerin “aşırı” ikramiyelerinin zamana yayılarak ödenmesi, bankaların sermaye yapılarının güçlendirilmesi, özellikle küresel dengesizliklerin giderilmesine (Çin ve Almanya’nın dış ticaret fazlalarının azaltılması diye okuyun), ilişkin beyanlar dışında elle tutulur bir sonuç üretilemedi. Küresel iklim değişikliği konusu gündem dışı kaldı. ILO rakamlarına göre kriz sonrası 222 milyon kişinin günde 1.25 dolar gelirin altına, yani aşırı yoksulluğa sürüklenilmesi konusu teğet geçildi. Zaten G-20’nin bir sekreteryası bile bulunmuyor, bu görev IMF’ye ihale ediliyor.
G-20’nin mutfağının IMF’ye devredilmesini basit bir teknik düzenleme olarak değerlendirmemek gerek. ABD’nin gittikçe zayıflayan küresel hegemonyasının yeniden tesisi yolunda stratejik bir adımla karşı karşıyayız. ABD artık
G-7 veya G-8 şemsiyesi altında AB ve Japonya ile birlikte dünyayı “Al gülüm ver gülüm” kendi çıkarları doğrultusunda yönetemeyeceğinin farkında. Bu nedenle çok merkezli dünya şekillenmesine paralel biçimde, daha 1998’de Asya krizi sırasında kurulan G-20’ye yeni bir misyon yükledi. Böylelikle BRIC ülkeleri diye anılan Brezilya, Rusya, Hindistan, ve özellikle Çin başta gelmek üzere Türkiye’nin de aralarında bulunduğu ekonomisi hatırı sayılır büyüklükteki ülkeler tamamen devre dışı bırakılmış olacak. Bu forumun icraat gücü bulunmadığı için, doğrudan icraat yetkisine sahip IMF ve Dünya Bankası’na yeni yetkiler tanınmasının ABD’nin, bir ölçüde Avrupa’nın küresel egemenliklerini sürdürmelerine katkıda bulunacağı düşünülüyor. Bir anlamda “zor” yerine “rızanın” ikame ettiği bir kurgu söz konusu.
FİİLİ KOTA
Hatırlayalım, IMF üye ülkelerin maddi katkılarıyla oluşturulmuş bir fon... Her ülke kotası ölçüsünde karar süreçlerine katılıyor. ABD’nin yüzde 17 kotası, karar alabilmek için yüzde 85 çoğunluk arandığı düşünülürse fiili veto yetkisi anlamına geliyor. Avrupa ülkeleri de dünya ekonomisindeki ağırlıklarının çok üzerinde kotaya sahipler. Üstelik IMF ve DB’nin kurulduğu 1944 Bretton Woods Konferansı’ndan beri fonun genel direktörlüğünü bir Avrupalı üstleniyor. Bugün de koltukta bir Fransız Dominique Strauss-Kahn oturuyor. Dünya Bankası ise üye ülkelerin sermaye koydukları ve paraları oranında söz sahibi oldukları bir banka. İcra komitesinde karar almak için yine yüzde 85 çoğunluk gerekiyor. ABD’nin yüzde 17 civarında sermaye payı yine, ABD’ye fiili veto hakkı tanıyor. DB’nin kaynak gereksiniminin yüzde 95’ini sermaye piyasalarından sağlaması, ABD’nin sınırlı bir para bağlayarak büyük bir kaldıraç gücüne sahip olması, koca bankayı parmağında oynatması demek. 1994’ten beri DB başkanı koltuğunda bir Amerikalı oturuyor. Bugünkü Başkan Robert Zoellick George W. Bush’un Ticaret Bakanı’ydı. Irak ve Afganistan işgalleri başta olmak üzere ABD saldırganlığının teorisini yapan Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin de imzacıları arasındaydı.
IMF TAHKİMİ LONDRA’DA BAŞLADI
Mart 2009’da Londra’da düzenlenen G-20 zirvesinde IMF’nin borç verme kapasitesinin 250 milyar dolardan 750 milyar dolara çıkartılması benimsenmişti. Ayrıca 250 milyarlık Özel Çekme Hakkı (ÖÇH) çıkarabilmesi karara bağlanınca, fon 1 trilyon doları aşan bir maddi güce kavuşmuş oluyor. Dünya ekonomisinde etkinliği gittikçe azalan, 2007’de Türkiye’nin en büyük borçlusu bulunduğu alacak porföyü 20 milyar dolara kadar gerileyen IMF’ye yeni bir hayat verilmiş oluyor. Neoliberal politikaları; özelleştirme, deregülasyon, sermaye hareketleri ve dış ticaret liberalizasyonunu dayatan, bir anlamda küresel krizin en önemli failleri arasında yer alan bir kurum ödüllendiriliyor. Kâr ve rekabet merkezli, gerek ülkeler arasında, gerekse ülkeler içerisinde gelir ve servet dağılımını zenginler, hem de en zenginler yararına, yoksullar zararına bozuk bir ekonomi tasarımının tekrar dünya halklarının önüne konulması amaçlanıyor.
ACI REÇETELERE DEVAM
İstatistikler özel sermaye akışlarının 2007’deki 892 milyar dolardan, 2008’de 392 milyar dolara, 2009’da ise 141 milyar dolara gerilediğini ortaya koyuyor. IMF’nin artan mali olanaklarıyla bu boşluğun doldurulması da bekleniyor. IMF bizzat başkanının ağzından krizden kurtulmanın kamu harcamalarının arttırılmasına, kamunun ekonomiye müdahale kaynaklarının genişletilmesine bağlı bulunduğunun altını çiziyor. Amerika başta olmak üzere büyük kapitalist güçler bu tarz politikalar uygulayarak, genişlemeci bir anlayışla krizden kurtulmaya çalışıyor. Ne var ki, az gelişmiş ülkelere gelince IMF bir kez daha alacaklı bankalar ve mali kuruluşların haciz memuru cüppesini giyiyor. Büyük bir çelişki içerisinde küresel kriz başladığından beri antlaşma imzaladığı Ukrayna, Macaristan, Gürcistan, Pakistan’ın aralarında bulunduğu ülkelere, “Kamu harcamalarını kısın, mali disiplini sağlayın, kamu sektörü ücretlerini aşağı çekin , sübvansiyonları kaldırın” tarzı “conditionatiy” adı verilen politikaları dayatıyor.
Bu politikalar büyümeyi sekteye uğratan, işsizliği sıçratan, kamusal hizmetleri budayan bir niteliktedir. Nitekim, şimdiye kadar ki IMF politikalarından ağzı yanan Latin Amerika ve Asya ülkeleri mümkün olduğunca fondan uzak duruyor. Latin Amerika’da Banco del Sur girişimiyle, Washington’un tahakkümünden kurtarmak için somut adımlar atılıyor.
‘YETER’ DEME FIRSATI
Dünya Bankası da sırf Haziran 2008’den beri sürüp giden 287 sermaye yanlısı politikayı 131 ülkeye dayatmakla övünüyor. Kapitalist küreselleşmeyi tüm yeryüzüne yaygınlaştırma misyonu, krizden ders almadan yüzsüzlükle sürdürüyor.
Gerek IMF’nin, gerek DB’nin 65 yıllık faaliyetleri dünya halklarına acılar, zulümler, yoksulluklar, yoksunluklar yaşatmanın tarihidir. Hep uluslararası sermayeden ve onların yerel temsilcilerinden yana, emek karşıtı politikaların dayatıcısı olmuşlardır. Türkiye’de son 51 yılın 27’sini IMF denetim ve gözetiminde geçirmiş, sade yuttaşların, emekçilerin, emeklilerin, kadınların, gençlerin, köylülerin bu politikalardan çok canı yanmıştır. İstanbul’da toplanacak IMF-DB yıllık toplantısı Türkiye halkı ve dünya halkları adına bir kez daha “Artık yeter!” deme fırsatıdır.


HA G-20, HA IMF, HA BREZİLYA, HA ABD! FARK EDER Mİ?
Küresel kriz yaşanmadan önce IMF’nin varlığı tartışılır hale gelmişti. Çünkü kriz öncesi dünya dengeleri değişmişti. Bir bütün olarak merkez ülkeler açık verirken, “çevre ekonomiler” fazla verir durumdaydı. Yarım yüzyıllık emperyalist ülkeler ile yarı sömürgeler arasındaki kaynak akımları tersine dönmüştü. Geçmiş yıllarda “acil ödemeler dengesinin finansmanı” misyonunu yüklenen IMF, bu misyonunu yitirmişti. Cari işlemler açığı veren az sayıda ülke ise kriz öncesi tüm dünyada çılgınca dolaşan sermayeden kolayca kaynak bulur hale gelmişti.
2007 yılı sonunda Türkiye ile birlikte IMF denetiminde sadece 11 ülke vardı. Türkiye hariç hiçbirisi gelişmekte olan ülkeler kategorinde yer almayan az gelişmiş sayılan ülkelerdi. IMF’nin ülkelerden alacağı olan yaklaşık 10 milyarın yüzde 70’i Türkiye’nindi. Kısacası, IMF’nin Türkiye’den başka ciddi bir müşterisi yoktu. IMF’nin, çalışanlarının maaşlarını ödeyemeyeceği belirtiliyordu. IMF’nin yapı işlevi sorgulanmaya başlanmıştı. 2007 yılında hazırlanan bir rapor, IMF’ye finansman ihtiyacını piyasadan karşılamayı öneriyordu.
İki çözüm gündeme gelmişti. Birincisi, IMF kotalarında gelişmekte olan ülkelerin payını ve dolayısıyla oy güçlerini artırmaktı. Nitekim 2006’da Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 4 ülkenin kotası artırıldı. İkincisi ise IMF’yi küresel düzeyde iktisat politikalarını gözetleyen ve denetleyen kuruma dönüştürmek. Krizle birlikte her iki şık da gündeme geldi. Önce piyasaya sürülmesi için merkez ülkelerin merkez bankalarının katkılarıyla oluşturulan fonun denetimi IMF’ye verildi. Son G-20 toplantısında, tasarlanan yeni ekonomik düzende en önemli rol IMF’ye verildi. Küresel krizi IMF ile G-20’nin ortak yönetmesi kararlaştırıldı. G-20’nin doğru dürüst bir sekreteryası bile olmadığı hesaba katılınca, IMF’nin asıl aktör olması kaçınılmaz. Bu da ABD egemenliği demek. Çünkü ülkelere dünya ekonomisindeki göreceli ağırlıklarına göre kota verilen IMF’de, ABD’nin kotası yüzde 17. İcra komitesinde karar almak için ise yüzde 85 çoğunluk gerektiği için Amerika fiili veto hakkına sahip oluyor.
Bu durum aslında, bugünlerde ortaya atılan “Dünyanın yönetimi G-20’ye kaydı; Çin, Hindistan, Brezilya artık söz sahibi” söylemlerini tekzip eder nitelikte. Böyle olmasa dahi adı geçen ülkeler sosyalist değiller, krizi emekçilere yıkan kapitalist çözümlerin dışında herhangi bir çözüme de sahip değiller. IMF’yi yetkili kılmalarından da zaten ne yapacakları belli. Yetki bir emperyalist kurumdan diğerine geçince, sonucun değişmesini beklemek zaten abesle iştigal. Dosyamız, ‘geçmişte kaldı’ derken, ‘reenkarnasyon’ yoluyla IMF’yi yaşama döndüren G-20 Zirvesi’ne ışık tutacak.

BİTTİ
Bülent Falakaoğlu
ÖNCEKİ HABER

IMF’nin krizde Doğu Avrupa’ya ettikleri

SONRAKİ HABER

YENİGÜN

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...