11 Ekim 2009 00:00

MİNERVANIN BAYKUŞU

Hadi tamam, önce Necip Fazıl’ı arkasından Nâzım Hikmet’i okuyalım. Cem Karaca dinleyip Mehmet Akif’e geçelim, Saidi Nursi’den girip Tatyos Efendi’den çıkalım. Önce Mevlana’ya bakalım, sonra Hacı Bektaş’a uzanalım.

Paylaş

Hadi tamam, önce Necip Fazıl’ı arkasından Nâzım Hikmet’i okuyalım. Cem Karaca dinleyip Mehmet Akif’e geçelim, Saidi Nursi’den girip Tatyos Efendi’den çıkalım. Önce Mevlana’ya bakalım, sonra Hacı Bektaş’a uzanalım.
Bu mudur yani? Böyle mi kardeşleşebileceğiz?..
Başbakan Erdoğan, geçen hafta partisinin kongresinde bu isimleri ve nicelerini yan yana andı diye mümkün mü şimdi bu? Ya da, kimsenin daha önce böyle yapmak aklına gelmediği için mi her birinin sevenleri birbiriyle kavgalı, birini seven diğerini tanımıyor?..
Erdoğan “Kardeşleşme lazımsa onu da biz yaparız, karıştırırız barışırlar” gibi köklü bir devlet anlayışına tav olduğundan, böyle bir uzlaşmanın mümkün olduğunu düşünüyor. Hepsi şimdi hayatta olmayan, bu simge şahsiyetlerin bir arada resmedilmesiyle, Türkiye’nin kültürel mozaiğinin oluşacağını düşünüyor.
Keşke bu kadar kolay olsa... Keşke her birinin, karşısında farklı tutum aldıkları memleketin derin çelişkileri bu kadar kolay çözülebilse...
Fakat önceki kuşağın, şiirlerini okumak için can bedeli ödemeyi göze aldığı Nâzım Hikmet’in, sürgünde ölen Ahmet Kaya’nın, Yılmaz Güney’in, Pir Sultan Abdal’ın çektiklerini, onlarla birlikte sevenlerinin çektiklerini unutturacak tılsımlı bir söz bulunmadı daha. Ama mesele geçmişte yaşanmış acıların, ödenmiş bedellerin tavan arasına kaldırılıp üzerinin tozla kaplanmasını beklemekten ibaret değil. Sorun öyle çözülecekse, kardeşleşmenin hatırına sonsuz zaman kredisi harcayarak bekleyelim gitsin. Şiiri, sineması, şarkısı, sözü haksızlıklara karşı isyanı öğütleyenler ile, elinde ne varsa ona şükretmeyi, hesabı öte dünyaya havale etmeyi, tevekkülü salık verenler arasında hiç kapanmayacak olan yarığın, geçmişte açılmış, bugün için anlamı olmayan, zihinde üretilmiş bir kavram olduğu söylenebilir mi? Söylenemez!..
Öyleyse o yarık da ha deyince zihinde kapanamaz. Olsa olsa bunun olabilirmiş gibi göründüğü bir konjonktürde yaşadığımızdan söz edebiliriz. Sonuçta Necip Fazıl ile Nâzım’ı, Pir Sultan ile Mevlana’yı, Ahmede Xani ile Mehmet Akif’i birlikte aynı çerçeveye yerleştirmenin mümkün görünmesi, bu konjonktür ile ilgili.
Hiçbir şiir ve fikir, onları daha görünür kılan kitlesel bir talebe etkide bulunamıyor ya da ondan etkilenmiyorsa, var olabilmek için gerekli mecale sahip olamaz kuşkusuz. Sosyalist ülkelerin yıkıldığı, sendikal ve siyasal örgütlenmelerin zayıfladığı bu koşullarda Erdoğan da, Bahçeli de Nâzım’dan kendi politikaları için işlevli olabilecek malzemeler çıkarabilirler. Bu o kadar zor değil.
Ama bazen de söz kendisini arkasındaki kitlesel güç ile dayatabilir. O zaman da o sözden hoşlanmayanlar, onu görmek, tanımak ve telaffuz etmek zorunda kalırlar. Çünkü bu da işlevseldir. Nitekim daha önce Ahmede Xani’yi tanımayan, Tatyos Efendi’nin Ermeniliğini belki unutan Başbakan, şimdi adını ağzına alma cesaretinde bulunmuşsa, böyle bir fayda umduğundan olmalı. Ama andığı Xani ile Kürtlerin Xani’si, Ermenilerin Tatyos Efendisi ile ona kendi istediği anlamı yüklediği Tatyos Efendi arasında bir fark var tabii. Andığı Nâzım ile emekçilerin Nâzım’ı arasında bir fark olması gibi.
Erdoğan’ın bu isimleri benimseyişi; onları, savundukları fikirlerden, dünya görüşlerinden soyutlamaya dayandığından, tarihi bir yapıtın veya kalıntının bağlamından koparılıp dünyanın herhangi bir yerindeki bir müzeye götürülüp sergilenmesine benziyor. Orada tarihsel anlamlarından soyulmuş, güncel çağrışımlarından arındırılmış nesneler görürsünüz sadece. Ama bu parlak ve göz alıcı nesnelerin yanına istediğiniz başka nesneleri de koyup, zahiren onlarla eşitlemeniz mümkün. Sonra istim arkasından gelsin. Saidi Nursi’yi koyun Nâzım’ın yanına, sonra Nâzım’ın içini boşaltırken diğerininkini devlet gücüyle doldurun.
Başbakan’ın mozaiğinin temel felsefesi bu işte. Açılım da parlak ama içi boşaltılmış figürlerin aynı resimde yan yana getirilmesinden oluşuyor.
Ve istiyor ki Başbakan, bu açılımı kendi kendisine yapsın; şiiri, şarkıyı kendisi okusun. Zaten kürsüde konuştuğu günün ertesinde polis, Ahmet Kaya şarkısı dinliyor diye bir çocuğu dövmüş; basında yer aldı bu haber. Şarkıyı ve şiiri okuyanlar çoğalmıyorsa, sadece Başbakan’la sınırlı kalıyorsa, kültür açılımı yapmamak için bir sebep de kalmaz yani.
Bu kadar basit. Ama dedik ya; konjonktür bu, o da geçer!..
NURAYSANCAR
ÖNCEKİ HABER

NOT

SONRAKİ HABER

ENSTANTANE

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...